30.1.13

so are you from istanbul?

Almanya'da şehirler arasında çok düşük eurolara seyahat edebileceğiniz Mitfahrgelegenheit isimli bir sistem var. İngilizcesi "car pooling" dersem bir şeyler çağrıştırabilir. Benim ilk kullandığım zamandaki gibi, örneğin Berlin'den Weimar'a gideceksiniz; sistemin internet sitesine girip üye oluyorsunuz, otobüs ya da uçak bileti arar gibi (barbar bir ülke olduğumuz için tren örneğini veremiyorum) Berlin'den Weimar'a özel arabasıyla giden ya da toplu alınınca oldukça komik rakamlara düşen tren bileti alan kişilerin ilanlarından uygun saatli olanı seçip insanlarla iletişim kuruyorsunuz. En etkili yöntem telefon ile ayarlamak, şayet mesaj atınca geri dönen pek olmuyor sonra eurolarım gitti diye ağlıyorsunuz.

Benim mitfahr'ım Stefan amcanın kullandığı mavi yeşil bir volkwagen vanıydı. Araçta 6 kişiydik. Önümde oturan Kolombiyalı kız telefonunu düşürdü eğilip verdim. 2 gün sonra bu kızın kardeşiyle bir ev partisinde konuşa konuşa konuyu Berlin'e getirdik. mitfahrla geldiğini söyleyince aslında bayadır yanımızda duran ablasını o zaman hatırladım. Böylece en neşeli mitfahr maceramı yaşamış oldum. Diğerlerinde trende 15 kişi seyahat eden bir Sovyet geniş ailesi, Almanca konuşmaya çalışırken kanser olduğum özel aracıyla Frankfurt'a giden Bulgar vb. olduğu için pek eğlenemedim ama oldukça ucuzdu.

Gelelim Weimar'a. 2008 yılında kültür başkenti edilen bu şehrin nüfusu sadece 65 bin civarında. Carl Philipp Emanuel Bach'dan Schiller'e sanat ve müzik dünyasının ünlü isimlerini bir araya getirmişasfdghajgd ve Bauhaus akımının ortaya çıktığı yer olan bu şehrin en kayda değer figürü bence Herr Goethe. Şehirde Goethe'nin yazlığı, kışlığı ve oldukça mütevazi bir aile mezarlığı bulunuyor. Goethe'nin kendisi ise yandaki fotoğraftaki bitişiğinde bir Rus Ortodoks kilisesi olan yapının içerisinde. 



Wiemar'da Duygu'nun evinde kaldım. Duygu uyku alışkanlıkları dışında dünya iyisi bir insan olduğu için 'ya ben seni hiç gezdiremedim' temalı serzenişlerde bulundu sık sık. Ben de ona hep "ich bin hier für partien" dedim. Yaptığım en güzel tatildi tabi ki. Eğer benim gibi yeterince şanslıysanız onu hava henüz aydınlıkken yatağın dışında bulabiliyorsunuz. O uyurken ben, profesyonel bir turist olarak zamanımı Weimar'ın sokaklarını arşınlayarak geçirdim. Bu tam 17 dakika sürdü. Ben de girip bir süpermarketten iki küçük şişe şarap aldım. Birini Goethe'nin mezarlığının çevresinde Sıla dinleyerek tükettim. Hayatta bazı anlar oluyor; dünyanın çok alakasız bir yerinde çok alakasız bir şey yapıyorsunuz ve bunu muhtemelen sadece siz yapmış oluyorsunuz. Başka bir örnek: Askerdeyken arazide kaybolmuştuk. Bir arkadaş su dolu bir çukura düşünce gülen insanlara saldırmaya başladı. Ben de öf ne çok abarttı diye önden önden kaçarak ve çamura batarak röyksopp'lar mırıldanmıştım. 



 
Solda Unesco tarafından dünya kültür mirası listesine dahil edilen klasik Weimar evlerinden biri. Goethe'den fenalık geldiği için onun evinin fotoğrafını koymadım. Goethe'nin evi diye bir sürü farklı şehirlerde evler var Almanya'da. Frankfurt'ta da Goethe'nin vaftiz olduğu kilise falan da vardı. Benim gibi Almanya bayrağı ceketli insana bile fazla geldin Goethe. Sağdaki fotoğrafta da kültürler arası diyalogla ilgili bir heykel.



Bu fotoğraflar Suriyeli bir kızın ev partisinden.Gözlerimiz ne kadar 'sober' değil mi? Rivayet'e göre o gece tanıştığım bir Alman kıza, uzakta duran bir Türk oğlanın Yunan olduğunu iddia etmiş, kendisine Yunanca bir isim uydurmuş ve içtiğinin uzo olduğunu söylemişim. Alman kızımız da ikna olmuş ve, daha fazla detay veremeyeceğim. Her gece bu şekildeydi, acaba hatırlamadığım başka neler var.



Soldaki bina Bauhaus Üniversitesi öğrencilerinin kullandıkları, içinde sergiler yapılan Marie isimli bir apartman. Yakında renovasyonlar yapılacağı için uzun süre kullanılamayacak. Bu yüzden öğrenciler astıkları pankartla son derece hipster binaya veda etmişler. Duygu'yla buradaki serginin açılışına gittiğimizde Weimar gençliği hakkındaki dedikoduların yarısını öğrenmiştim. Yanındaki videoda ise alkolün konuşma becerileri ve davranışlar üzerindeki bozukluklara tanık olabilirsiniz.




Ne yazık ki çok fazla 'sober' çekilmiş fotoğrafım yok. Size fotoğrafta benim hazırladığım kanepeleri ve Duygu'nun hazırladığı pastaları servis ettiğimiz Duygu'nun doğum günü partisinden de bahsetmek isterdim ama çok fazla hatırlayamıyorum. :) Belki de biraz hatırlıyorum.

Black out.
sadjgdakjsdhg

p.s. daha fazla d. atceken için:
http://queenslondicus.tumblr.com/


25.1.13

"..noch einmal Beck's bitte!"

Berlin hakkında aylar önce bir yazı yazmıştım. Hatta başlığı öyle bir atmışım ki sanki yazı dizisi gibi devamı gelecek. Ben galiba üşeniyorum yazmaya o yüzden devam ettirmedim diyeceğim ama, o yazının üzerine bir sürü başka yazılar yazdım. Galiba Berlin'i anlatamamaktan çekiniyorum. Bu benim 3. gidişimdi ve hala yapmak istediğim onlarca şey var orada. Yakında daha fazla Almanca bilmiş olarak ve yerele daha çok karışabilmek üzere tekrar gitmek istiyorum.

Berlin'de ablamla birlikte, Kreuzberg'in merkezinde bir hostelde kaldık. Bir hafta dolmaya yakın görülmezse olmaz denilebilecek hemen hemen her yere gittik. Ablam yeni aldığı fotoğraf makinesiyle her poz için dakikalarca ayarlarla oynarken ben, vücut sıcaklığımı donma noktasından yukarıda tutmak için büyük çaba gösteriyordum. Yine de yüzlerce Berlin'li fotoğraf çekmeyi başarmıştık. Ben hem buna güvenerek hem de daha önce de geldiğim ve fotoğraflar çekildiğim için -kaldı ki fotoğraf çekilmeyi de sevmem- telefonumla çok fazla fotoğraf çekmedim. Ama ne yazık ki bir akşam, ben en sevdiğim bardayken ablam hosteldeki arkadaşlarına çektiği fotoğrafları gösterdikten sonra kamera sihirli bir şekilde ortadan kayboldu ve ablam son günlerini bu hayal kırıklığıyla geçirdi.

Buradaki fotoğraflar ara sıra çıkarıp çektiğim, turistik zevklerle çekilmeyen fotoğraflar.

Berlin'i çok seviyorum ve özlüyorum.


Burası ilk gece gittiğim ve aynı gece içinde robyn, crystal castles, radiohead, azelia banks, goldfrapp, the knife, die antwoord, justice vs. çalan çok eğlenceli yer. EVET aynı gecede. Sırf o anki mutluluğumu hatırlayayım diye çıkarıp çektim. Of bence rüya gibi. En son çıkan şarkılar en iyileridir kafasından kurtulamayan Türkiye'de, İstanbul'da bile bunlardan birini çaldırabilmek için neredeyse ağlıyorum. Bu da tuvalet işaretleri. Normalde bu işaretleri gözardı eden biri olarak bunu görmezden gelemedim.


Bazı insanlar gezi planlarımı açıklarken aralıkta kuzeye gitmenin saçma bir fikir olduğunu, çok üşüyeceğimi ve hiç eğlenceli olmayacağını söylediler. Onlara buradan devasa bir LOL yapıyorum. Aralık ayı Avrupa'da gezmek için en iyi zamanlardan biri. Çünkü sokaklar ışıl ışıl, güzel kokularla ve mutlu insanlarla dolu. Dikkat edilmesi gereken nokta, ayın 24-25-26'sında yapılacakları iyi planlamak. Sokaklar birden bire boşalır, açık dükkan bulmak zorlaşır sonra suyu bile Berlinci'lerden alabilirsiniz. Gerçi ben suya sadece 1 kere para verdim, o da musluk suyunu dolduracak bir şişemin olması içindi.

Reichtag ve çevresi karlar altında pek tatlıydı.

Altındaki fotoğraf Doğu Almanya günlerinden. Anaokulu çocuklarına sosyalizm eğitimi çok erken verilmeye başlanıyor. Bu çocuklar lazımlıklarından kalkmayı hak etmek için bütün grubun tuvaletini yapmış olmasını beklemek zorunda.



~€1.5'luk akşam yemeğim. Çok ucuz bira + çok ucuz devasa et parçası. Fotoğrafta biraz küçük görünüyor ama ben tamamını bitiremedim. Arka planda da ablam yarım kızarmış tavuğu götürüyor. Yemek bitince kalkıp sebze meyve reyonuna saldırdık. Ama organik bile olmayan meyvelere milyonlarca euro ödememek için bir paket kuru kayısı ve 2şer elma, portakal almakla yetinip koşarak uzaklaştık. Hemen yanında her köşe başında karşımıza çıkan Bretzel ve hayal kırıklığına uğrayan ablam. Ne de olsa BİZ BRETZELE BİLE GEVREK DERİZ. (eier liqueur'e de "ıyyy yumurta likörü mü :(" deriz)

 


"Ablaaa noolur biraz kayayım noolur"umu kırmayan ve ben küçük Berlin'li çocukları ezmemeye çalışırken beni sabırla bekleyen fedakar ablam. Alman teyzenin YAHHĞGAATEE?? şeklindeki 'Jägertee' telafuzunu duyup hayatı değişmeden bir kaç gün önce ne kadar umutla bakıyor hayata.

  


Tor'un önündeki muhtemelen 100. ancak çılgınca yorgunluk ve pis saçlar nedeniyle asla güzel olamayan fotoğraf. Hemen ardından Holokost anıtında sessiz, dakikalar.(blokların arasında haykırarak koşturan İspanyol gençler gelene kadar. Abi tamam İspanyol'sunuz siz ve doğanızda var desibel sınırlarını zorlamak. Ama neden böyle bir yer seçtiniz?)

 


"This is my happy face." En sevdiğim ve ilkel gibi her gece gittiğim barda çekildiğim otoportrem. Adını hatırlamadığım mutluluk hormonumun tavan yaptığı, anksiyetemin dibe vurduğu anlar. Yanındaki de barmen abimin, ben Berlin'den ayrıldıktan sonra "live for you!" diye çekip yolladığı fotoğraf.

 

Haritadaki siyah noktalar, Berlin Duvarı'nın inşa edilmesi nedeniyle şehirle birlikte bölünen metro hattındaki kullanılamayan, kapatılıp kontrol altına alınan istasyonları gösteriyor. Fotoğrafta "hayalet istasyonlar" olarak anılan yerlerde nöbet tutan askerler var. Günümüzde kullanımda olan bu tüneller ile askerler dahil olmak üzere Batı Berlin'e kaçan çok Doğu Almanya'lı olmuş.

Mauerpark'ta toplu grafitilemece. (Parkın ismi Berlin Duvarı'ndan gelse de buradaki başka bir duvar)


Son olarak, bu döner açlığı nedir?

Kim benimle Berlin'e gelir?





4.11.12

330 gün


12 Aralık 2011’de Tuzla’ya çıktım, 6 Kasım 2012’de Tekirdağ’da noktayı koyuyorum. Bir an önce arkamda bırakmak istediğim bir dönem olduğu için detaya girmeyeceğim, sağda solda kalan birkaç anıyı da siliyorum. Bu ne saçmalıktı? Dafuqlardan dafuqlara koştum resmen.

Konuşmak istemediğim insanlarla tanıştım, akıl almayacak uygulamalara şahit oldum. Siyasi görüşünüz ne olursa olsun, insan üzülüyor işte. Zaman zaman da bahsetmiştim zaten. Aylarım aynen o şekilde geçti. Ne eksik ne fazla ne daha farklı ne de daha akıllıca. Ama artık bitti. Son ayım kendi kendime gülerek, hoplayak zıplayak geçti. (Son hafta sıkıntıdan orduevindeki odamda kedi kesecek olmam hariç – scumbag Barış: 5 days left to finish his service; stil bitching about how hard it is to be a soldier)

Çalıştığım yerde geçirdiğim zaman çok kalitesiz, can sıkıcı ve yalnızlık dolu olsa da izin aldığım günler ve haftasonları bana gereken motivasyonu sağladı galiba. Onlarca gece partiledim, en sevdiğim grupların konserlerine gidebildim, sergiymiş sinemaymış geri kalmadım, bol bol denize girdim, güneşlendim ve daha türlü türlü şey. Az kalsın evimde cocuchsurfing’le bir Japon’u bile ağırlayacaktım. Motive ediyordu bunlar ama asla gün saymamı engelleyemedi ve “sen askerlik yapmıyon ki” diyen gıcık insanlara göğüs germek zorunda kaldım.

Başımızdan geçen her hangi bir şeyi, farklı insanlar, farklı farklı tecrübelendirir. Biri için kolay görünen, diğeri için bir ızdırap olabilir. Benim ne kadar zorlandığımı, belki de hayatımdaki bu en zor dönemde yanımda olan insanlar biliyor. Bu yüzden empati kuramıyorsanız saçmalamayın.

Ailemin hakkını ödeyemem. Yaşadıklarımı paylaşan arkadaşlarımın da. Onlara minnettarım. Stresime ortak olduğunuz, ağlayarak telefonda konuşurken beni dinlediğiniz ve hep moral verdiğiniz için çok ama çok teşekkür ederim. Söyleyeceklerim bunlar. Sizi baya seviyorum.

Artık Tuzla’ya gitmeden önce, döndüğüm zaman okumak üzere kendime yazdığım mektubu okuyabilirim. Mektubun amacı, eski hayatıma uyum sağlamamı kolaylaştırmaktı aslında. Ama mektubu yazarken serbest zamanımın 80%’ini İstanbul’da geçireceğimi bilmiyordum. Olsun olsun ben yine de okuyayım.

Le kiss, le hug.

Hepimize geçmiş olsun.

6.9.11

four-five days for the big canal

Aylardır boş boş dolaşan ben, ders çalışma sırası gelince elbette yapacak bir şeyler bulmak zorundaydım. Sonuç olarak blogumla ilgilenmeye karar verdim. Blog artık sadece gezi blogu olmayacak. En azından benim planlarım bu şekilde. Ancak şimdilik anlatmadığım bir kaç yeri daha anlatacağım.

2010-2011 okul dönemi hiç şüphesiz hayatımdaki geçirdiğim en zorlu dönem oldu. Mezun oldum ve bu uğurda ben ve sınıf arkadaşlarım adeta delirmeyi göze aldık. Birinci dönemin sonlarına doğru hal ve gidişatıma daha fazla seyirci kalamayan annem bana reddedemeyeceğim bir teklif sundu. Ara tatilimi Hollanda'da geçirmeme karar verdik. 3 haftalık bu tatilimin bir kısmını Amsterdam'da, bir kısmını Zaandam da geçirdim. İkisinde de birer teyzem yaşıyor ve ben teyzelerimi çok seviyorum. Zaandam, Amsterdam'dan yüzölçüm olarak çok daha büyük bir şehir. Bunun nedeni ise konutların genellikle bağımsız evler olması. Apartman tipi yerleşimin en yoğun olduğu bölgede ise çok fazla Türkler yaşıyor. Diyanet vakfının yaptırmış olduğu bir de cami var 'Türk mahallesi'nde. Zaandam'dan Amsterdam'a gitmek oldukça kolay. Trenle 15 dakika süren yolculuk otobüsle 45 dakikaya çıkabiliyor. Bacaklarıma ihtiyacım olduğum için bisiklet alternatifini göze alamadım, yine de Amsterdam'da beni bekleyen bir bisikletin olması şahaneydi.

Bu Amsterdam'a 3. gelişim. Benimle gezenler bilir; güzel bir 'itinerary' hazırlayıp verimli ve ucuz bir gezi geçirir, mutlu olurum. Bu gelişimde öyle olmadı. 3 haftayı sokaklarda aylak aylak gezerek, yeni insanlar tanıyarak, gelen arkadaşlarımla zaman geçirerek ve alışveriş yaparak değerlendirdim. (2. dönemin başından başlayıp hala süregelen, artık alışveriş yapmama kararım buraya dayanıyor sanırım) Sonunda tam istediğim gibi bir tatil geçirdim ve inanır mısınız, mutlu bir şekilde dönebildim. Şimdi bir sürü fotoğraf paylaşacağım. Sanırım hiç birinde yokum. Bunun nedeni Amsterdam'ı gezerken, gezmeye gelen turist kafası yerine, oranın yerlisi gibi takılma kafasındaydım. Türkiye'de sokakta bazen yaşadığım gerginlikten eser yoktu. Kendimi hiçi yabancı hissetmedim. Çünkü zaten yabancı değildim. Amsterdam gibi bir şehirde dünya vatandaşı olmayı becerebilen hiç kimse yabancı değil.


Bu fotoğrafta Hollanda'nın en yüksek tepesini görüyoruz. Deniz seviyesinden yalnızca 14 cm alçakta olduğu için, Hollandalı dağcıların en çok rağbet ettiği destinasyon.

Çok fazla klişe fotoğraf koymak istemiyorum ama bisikletlerden bahsetmeliyim. Ülke nüfusundan daha fazla sayıda bisiklet olduğu için kanalların içi dahil her yerde bisiklet görmek mümkün. Bu kadar çok bisiklet olmasına rağmen, bisiklet çalan insan sayısı da oldukça fazlaymış. Sağda solda kaderine terk edilmiş, derbeder olmuş bisikletler var. Bazıları ise kilitlenip yıllarca orada kalmış. Alttaki fotoğraftaki bisiklet batmış bir gemi enkazı gibi görünüyor. Diğeri ise park etmeye çalışan bir araba tarafından ezilmiş olabilir.

Aylak aylak sokakta dolaştığımı söylemiştim. Red Light district bence şehrin en eğlenceli bölgesi. Zamanımın büyük kısmını buralarda dolanark geçirdim. Amsterdam'da resmi olarak bir Çin mahallesinden söz edilmese de sokak isimleri'nin hem Hollandaca hem de Çince yazıldığı bir bölge var. Yalnızca Çinliler değil, bir çok Asyalı göçmen bu bölgeye yakın yaşıyor. Mahallede bir budist tapınağı bile var. Sağdaki fotoğraf, Red Light district'in en yoğun fuhuş bölgesinin bir kaç girişinden biri. Gündüz vakti ailelerin çocuklarıyla rahatlıkla gezdiği bu yerde geceleri yürümek oldukça zor. Zira sokağı tıkamamak için durmadan yürümek gerekiyor. Tabi her sokak bunun kadar dar değil. Şehrin en eski kilisesinin yanındaki kısım oldukça geniş. Fahişelerin pencerelerinin hemen yanında bir de kreş bulunuyor. Alttaki fotoğraf 44 numaralı bir bot evden. Bot evlerde yaşamanın apartman dairesinde yaşamaktan çok daha pahalı olduğunu duymuştum, doğru mu bilemedim.




Burası şehir merkezindeki en büyük park olan Vondelpark. İçinde parkta bulduğunu başkasına ait olan eşyaları asabileceğiniz bir askı var. Ben gördüğümde üzerinde bir kaç tek eldiven ve çorap vardı. Askı muhtemelen evsiz insanların daha çok işine yarıyordur. Uygulama park dışında şehrin bir kaç noktasında daha mevcut. Alttaki resim ise bir yol yapım çalışmasından. İnşaatlarda deniz kumu kullandıklarının en büyük kanıtı. Krili çamaşırlarını daha fazla saklayamazsın Hollanda.


Ben oradayken Arap baharı yeni yeni başlıyordu ve Mübarek hala iktidardaydı. Bu iki fotoğraf Dam meydanındaki protestolardan. Hollandalılar hükümetlerinin, Mısır hükümetine desteklerini sona erdirmesini talep ediyor.











Bu fotoğraftaki cadde, cadde üzerinde belediyeye ait olan ve fahişelerin koşullarını iyileştirmek, haklarını korumak amacındaki bir ofisin vitrininde "Amsterdam'ın en güzel caddesi olarak tanımlanmış. Cadde üzerinde gidilebilecek yüzlerce mekan var. Amsterdam avrupanın "gay capital" i olsa da bir gay mahallesi yok, ama gökkuşağı bayrakları her yerde.


Restorasyon yapılan 400-500 yıllık apartmanlar.
Amsterdam Şehir Üniversitesinin bahçesinde binlerce bisiklet bulunan ön tarafı.
Geçen sefer geldiğimde yemeye cesaret edemediğim kekler. Yaş pasta olduğundan haberim bile yoktu.

Bir Venedik değil tabi, ama şehirde böyle manzaralarla sık sık karşılabiliyoruz. Penceresinin önüne botunu park etmek şahane olmaz mıydı.


Burası şehir merkezinde bulunan, içeriye girmek için yalnızca tek bir kapısı olan küçük bir dini mahalle. Protestan meshebinin yayılmaya başladığı zamanlarda baskıdan kaçmak isteyenlerin kurduğu ve eskiden sadece kadın rahiplerin yaşamasına izin verilen mahallede bir de Anglikan kilisesi bulunuyor. Fotoğraf çekmek yasak. Aşağıdaki iki resim büyük bir göçmen pazarından. Her türlü kaçak ve taklit malı bulmak mümkün. Göçmenleri toplumdan ayırmak isteyen hükümet şehrin oldukça dışına inşa etmiş bu pazarı. Başta yalnızca göçmenlerin uğradığı pazar, ekonomik krizle birlikte oldukça fazla Hollandalı'yı çekmeye başlamış. Satılan ürünler o kadar sahte ki, halı ve kilimler computers ve electronics olarak satılmaya çalışınıyor. Ne ayıp.
 

Şehirde zarar görmüş bisikletler kadar batmış kayıklar da var. Bu fotoğrafta batmış bir kayık ve içinde bir bisiklet var. Bu tip şeyler hep Red Light'ta oluyor. Bir kere sokakta bulunan halka açık pisuvar tayzikli su ile yıkanıyordu. Yakınından geçerken yüzümüze çarpan sıvı damlaları bizi oldukça üzmüştü. Neyse ki aslında yağmur başladığını çok geçmeden fark ettik. Temmuz belki görürse kızacak ama aşağıdaki fotoğraf en sevdiğim bardan. Türkiye'de hep eksikliğini çektiğim türden  bir yer olduğu için  ayrılmayı hiç istemedim. İçindeki slot makinalarında onlarca euro kaybetmiş olduğum için kendimde Amstel 400. yıl özel bardağını çalma hakkını görebildim. İçinde slot makinaları, bilardo masası, mükemmel loş ışık ve gördüğüm en şirin kadın garsonlar var.

Genellikle dolu olan sokak satrancı.
Şehrin en işlek caddesi. Mağazalar, restoranlar ve tramvay. İstikal kafası.

Bu da Zaandam'ın merkezindeki Dam meydanı. damdadmadmamdamdm. Dam set demek.
Amsterdam = Amstel Dam = Amstel nehrine kurulan set.
Son olarak, Zaandam'da kaldığım mahalle. Amsterdam'da geçirdiğim onca gün boyunca ileride mutlaka buraya taşınacağıma ikna olmuştum. Ama son gün bu plandan o kadar da emin değildim. Yabancı olma etkenini aklımdan çıkarmamam gerekli. Ülkemde zaten yeterince yabancılık çekiyorum, Amsterdam'da Türk kimliğim ben en başında yabancı yapmayacak mı. Gerçi etnik kimliklerimiz ile ötekileştirildiğimiz bu ülkede benzer duyguları yaşamak mümkün. Bilmiyorum, ben biraz daha düşüneyim.

Yazıyı sokaklarda dolaşırken sık sık mırıldandığım Peter Björn and John'dan Amsterdamın lirikleriyle bitireyim.

And I was heading up north to a place that I know
Eating well, sleeping well
But still I was way, way out of line
Amsterdam was stuck in my mind