Şehirde uğradığım son nokta Zeus Sunağı'ydı. Bu yüzden biraz buruk ayrıldım Bergama'dan.. Yine de 'Sana yenilmeyeceğim Bergama..' pozunu vermeyi ihmal etmedim...
25.12.10
Korkunç şüphe: Bergamalılar nerede?
Şehirde uğradığım son nokta Zeus Sunağı'ydı. Bu yüzden biraz buruk ayrıldım Bergama'dan.. Yine de 'Sana yenilmeyeceğim Bergama..' pozunu vermeyi ihmal etmedim...
23.8.10
Güzel Pizza, Güzel Şarap, Güzel Dondurma !
Bu yazıyı aylar önce yazabilecekken yazamadım. Önce kendime bir süre bahane uydurdum sonra bir de ne göreyim, harika bir bahanem varmış yazamamak için: telefonumun bozulan bluetoothu. Bu nedenle resimleri aktarıp bakıp bakıp anlatamadım. Ama şimdi benim çektiklerim yerine diğer makinalardan çekilen son fotoğraflarla gezimizin son durağı Roma'dan bahsedeceğim. Daha sonra(ki aylarda) Berlin ve Erasmus değerlendirmesi gelecek.
Uçağımız Roma'ya iner inmez ilk İtalyan'lıkla karşılaşmış olduk. İniş takımları yere değer değmez alkışlamaya başlayan yüzlerce İtalyan kutlama yapıyordu.. Havaalanı Roma'nın ikinci büyüğü ancak şehir merkezine daha yakın olan Ciampino. Buradan otobüsle bir kaç durak gittikten sonra metroya bindik. Bindiğimiz durak merkezin 25 dk dışında olduğu için pek dikkat etmedim. 2 metro hattının bulunduğu Roma metrosunun kesişme durağı olan şehrin merkezlerinden biri olan Termini durağını görükten sonra İtalyan milleti alınmasın ama dünyanın en kötü metrosunu seçmiş oldum. Eğer derlerse ki biz İtalyan'ız Vespa motorsiklet kullanmak zorundayız, anlarım. Motorsiklete sıcak bakmayan ben bile, Roma sokaklarındaki sayısız Vespa'yı gördükten sonra bir tane edinmek istedim.
Termini'den çıkınca kendimizi Basmane gibi garip bir yerde bulduk.. Bu İtalyanlar en az bizim kadar barbar olacak ki, Avrupa'da yaya geçitinde ilk ölüm tehlikemi burada atlattım. Karşıdan karşıya havalı havalı geçtiğimiz günler bir kaç günlüğüne sona ermişti. Kaldırımdan dikkatlice yürüyerek hostelimizin bulunduğu sokağa geldik. Lobideki Madagaskarlı adamla konuşurken, (Evet Madagaskarlı biriyle tanıştım..) bizi sinsice dinleyen kişiyi farkettim. Bu Türk arkadaş hiç bir plan yapmadan almış biletini çıkıp gelmiş. Roma'dan sonra Barcelona'ya gidecekmiş. Ona biraz Barcelona'yı anlattıktan sonra kendimizi dışarı attık. Sokaktan çıkar çıkmaz Kolezyum'u görünce çok duygusal anlar yaşadık.. Her gittiğimiz yerde olduğu gibi dayanamadık ve direk şehrin en görülesi yerlerine gittik.
Küçükken geldiğimde'de aynı şeyleri düşünmüştüm. Roma alabildiğine turist dolu. Bu yüzden yine pek ısınamadım. Şehirde baya büyük bir tur attıktan sonra İspanyol merdivenleri denilen yere tünedik ve saatlerce oturduk. Daha şimdi şehrin yoğun turistik karakterinden şikayet edip de şehrin en turistik yerini övmem büyük bir çelişki olacak ama elimde değil. Sevmemin nedeni belki de öyle gösterişli bir yer değil de, insanların oturup muhabbet ettiği sade bir yer olmasıydı. Roma'daki iki akşamımızın ve gecemizin büyük kısmını bu çevrede geçirdik. Yanımdaki adamın sigarası hakkında konuştuktan sonra adamın Türkçe bir yorum yapması, üç gün boyunca kıracağımız onlarca potun habercisiydi. Bora diye bağırdıktan sonra bir kaç kız dik dik biza baktı gece. Merhabalaştık. Böylece Bora testi'ni etraftaki Türkleri tespit etmek için bol bol uygulamaya karar verdik. Bu arada resimde sağ arkamdaki kızlar Türk. Ayrıca Nihan'ın, 'pardon canım neyi çektin anlamadım yani...' deyip 'neyi anlamadınız?' cevabını aldığı kişi hiç şüphesiz Türktü..
Roma'da güzel güzel bir sürü bina var. Daha önceki yazılarımda da bolca bahsettiğim üzere ilgimi çeken öncelikli şeyler bunlar değil. Ancak oradaydım deyip havalı olmak için bir kaç resim koyacağım. İlk fotoğraftaki bina Roma'da gördüğüm en büyük yapıydı. Hemen arkasında antik roma kenti kalıntıları var. Bu antik kent tam ortasından bir yol ile bölünmüş durumda. Kolezyum'a giden bu yolu Mussolini yaptırmış. Nedeni ise askeri geçitler için gösterişli bir yer olması. Bu geniş yolun altında kentin bir bölümü hala duruyor. Yol günümüzde zevzek gençlerin böyle fotoğraflar çektirebilmesi için kullanılıyor. Buradan ara sokakları kullanarak kestirmeden Fontana di Trevi'ye ulaşıyoruz. Bu blog vesilesiyle Türk halkına sesleniyorum. Roma'da aşk çeşmesi diye bir yer yok. Bahsedlen çeşme muhtemelen bu. Önüne geçip arkanı dönüyor ve dilek tuttarak havuza para atılıyor. Gezdiğim her yerde havuzlara nehirlere attığım dilek paralarını saklasaydım havaalanlarında çocuk menüsü yemekten kurtulabilirdim ama sanırım değdi. :).
İlk gecemizde, cüzdanımıza isyan ederek, yeter artık diyerek güzel bir şeyler yemeye karar vedik. Yakınlarda bir restorana girip pizza ve şarap aldık. Demek ki gerçek İtalyan pizzası sıradan bir klişe değilmiş. Yediğim en güzel pizzalardan biriydi. Şarap da öyle. Burada karnı doymuş elinde sürahisi ile beni görüyoruz, ancak fotoğraf bulanık çünkü Nihan çekti. Ertesi gün yediğimiz dondurma ise en az Foça'daki Girit dondurmacısı kadar mükemmeldi diyerek yemek kısmını kapatıyorum.
Ertesi günü free tour ilan ettim. Gün boyu sürecek 3 tur vardı, ikisine gücümüz yetti. Tur rehberimiz gördüğü en mükemmel şehrin İstanbul olduğunu söyleyen Floransalı yeni mezun bir tarihçiydi. İlk durağımız Vatikan'a ulaştığımız sırada Papa konuşma yapıyordu. Konuşma bitiminde coşkuyla alkışladıktan sonra Sistine şapelini görmek için sıraya girdik. St Peters bazilikasını gezdikten sonra müze bölümüne dahil olan şapelin kapalı olduğunu öğrendik.. Yine de Malta'da geçirdiğimiz günler, kliseyle iç içe kaldığımız hosteller ve sonunda Vatikan ziyaretimiz ile beraber mutlu hristiyanlar olarak Vatikan'dan ayrıldık.
Geceyi tekrar aynı restoranda pizza yiyerek, şarap içerek ve İspanyol merdivenlerinde pot kırarak geçirdik. Ertesi gün yorgunluktan ölsem de sırt çantamı takıp gezmeye devam ettim. Akşama doğru tren biletimi aldım ve Fiumiccino havaalanına doğru yola çıktım. Bora ve Nihan'la havaalanında buluştuktan sonra Wizz Air ile memleketimiz Prag'a dönüş yaptık. Böylece a'dan z'ye planladığım ve mükemmel geçen hayatımın gezisini tamamlamış oldum. Paramın son damlasına kadar tüketemediğimi farkedince ikinci kere gitmezsem olmaz dediğim Berlin için hazırlıklara başladım..
Uçağımız Roma'ya iner inmez ilk İtalyan'lıkla karşılaşmış olduk. İniş takımları yere değer değmez alkışlamaya başlayan yüzlerce İtalyan kutlama yapıyordu.. Havaalanı Roma'nın ikinci büyüğü ancak şehir merkezine daha yakın olan Ciampino. Buradan otobüsle bir kaç durak gittikten sonra metroya bindik. Bindiğimiz durak merkezin 25 dk dışında olduğu için pek dikkat etmedim. 2 metro hattının bulunduğu Roma metrosunun kesişme durağı olan şehrin merkezlerinden biri olan Termini durağını görükten sonra İtalyan milleti alınmasın ama dünyanın en kötü metrosunu seçmiş oldum. Eğer derlerse ki biz İtalyan'ız Vespa motorsiklet kullanmak zorundayız, anlarım. Motorsiklete sıcak bakmayan ben bile, Roma sokaklarındaki sayısız Vespa'yı gördükten sonra bir tane edinmek istedim.Termini'den çıkınca kendimizi Basmane gibi garip bir yerde bulduk.. Bu İtalyanlar en az bizim kadar barbar olacak ki, Avrupa'da yaya geçitinde ilk ölüm tehlikemi burada atlattım. Karşıdan karşıya havalı havalı geçtiğimiz günler bir kaç günlüğüne sona ermişti. Kaldırımdan dikkatlice yürüyerek hostelimizin bulunduğu sokağa geldik. Lobideki Madagaskarlı adamla konuşurken, (Evet Madagaskarlı biriyle tanıştım..) bizi sinsice dinleyen kişiyi farkettim. Bu Türk arkadaş hiç bir plan yapmadan almış biletini çıkıp gelmiş. Roma'dan sonra Barcelona'ya gidecekmiş. Ona biraz Barcelona'yı anlattıktan sonra kendimizi dışarı attık. Sokaktan çıkar çıkmaz Kolezyum'u görünce çok duygusal anlar yaşadık.. Her gittiğimiz yerde olduğu gibi dayanamadık ve direk şehrin en görülesi yerlerine gittik.
Geceyi tekrar aynı restoranda pizza yiyerek, şarap içerek ve İspanyol merdivenlerinde pot kırarak geçirdik. Ertesi gün yorgunluktan ölsem de sırt çantamı takıp gezmeye devam ettim. Akşama doğru tren biletimi aldım ve Fiumiccino havaalanına doğru yola çıktım. Bora ve Nihan'la havaalanında buluştuktan sonra Wizz Air ile memleketimiz Prag'a dönüş yaptık. Böylece a'dan z'ye planladığım ve mükemmel geçen hayatımın gezisini tamamlamış oldum. Paramın son damlasına kadar tüketemediğimi farkedince ikinci kere gitmezsem olmaz dediğim Berlin için hazırlıklara başladım..
29.6.10
Gezenti, Barış, Barcelona.
Bu, "Bir şehir nasıl güzelleştirilir" hikayesidir.
Barcelona'da şehir merkezine gelir gelmez takıntılı bir şekilde kafamızda tek bir şey vardı. Derhal Barcelonetta plajına gidip denize girip bir güzel güneşlenecektik. Gelmeden önce sağdan soldan duyduğumuz, "Çok tehlikeli bir yer, çok fazla hırsızlık ve yankesicilik oluyormuş. Çantaları kesiyorlarmış çok dikkatli olun.." uyarılarıyla iyice paranoyak olduğumuzdan, Nihanla metroda zaman zaman sırtımızı birbirimize dönüp kendimizi güvenceye aldık(!) Son derece loş ve gürültülü metroda iyice huzursuz olunca herkese şakayla karışık hırsız gözüyle bakmaya başladık. "Bak bak şu kesin hırsız bakışlardan belli.."
Hostelimize ulaştığımızda hafif hafif yağmur yağmaya başlamıştı bile. Ama "Beeeen kendimeee Barcelona'ya gelmiş de, Barcelonetta plajında yüzmemiş dedirtmeeeem" diye diye insanlar dışarıda yağmurlukla ceketle dolaşırken, biz şortlarımız ve terliklerimizle, kafamızın üzerine örttüğümüz tek bir havluyla hızlı hızlı plaja yürümeye devam ettik.. Plaja ulaştığımızda yağmur hafifti ancak hava kapalıydı ve çıldırmış nedeniyle sarı bayrak çekilmişti. Denizin içinde sörfçülerden başka kimse yoktu. Caymadık ve kendimizi denize attık. Tek bir dalgada tepetaklak olup mayolarımızı kumla doldurunca biraz kenarda oturduk ve bari plajı gezelim dedik...... Biraz turladıktan sonra tam plajdan şehrin içlerine girmeye yeltendik ki, " ya plaj üzerinden mi dönsek dedim" 5 dakika sonra ortaya çıkan yakıcı güneş ile güneşlenmeye başladık. Plajda sadece Nihan ve ben varken, kısa süre sonra plaj çılgınca doldu. En harikası da Barcelona plaj piyasasıydı. Plajda mısır, gevrek türü şeyler satılmıyor. Bunun yerine dövmeci, masajcı, pareocu, güneş gözlükçü kadınlar erkekler dolanıyor. Gün sonunda plaja tekrar geldiğimizde hala pek şendik..

Bora ile La Sagrada Familia'nın önünde buluştuk. Bitmeyen kilise, 2026 yılında bitirilmesi öngörülüyormuş. Yanına geldiğimize bu kadar mıymış dedim. Çünkü İzmir'de onlarca devasa başyapıt, mükemmel mimari eserler bulunduğundan zor beğeniyordum tabi.. Yapı gerçekten de o kadar yüksek değil diyordum ki, yanındaki bir dükkanda bitmiş halini görünce 2026'da tekrar gelmeye karar verdim. Kilisenin etrafı gürültülü iş makinaları ve daha gürültücü turistlerle dolu. Yapının ayrıntılarını inceleyince adam galiba tam bir hastaymış diyordum. Gerçekten de böyleymiş. Proje üzerinde yıllarca uğraşırken, üzerinde Hristiyanlık 'a dair her şeyin bulunmasına çalışırken en sonunda kafayı yemiş, saçı sakalı birbirine karışmış. Bir gün yürürken tramvay çarpmış ve üç gün sonra kanlar içinde bir halde ilgilenmiş insanlar. O halde kimse Gaudi olduğunu anlamayınca, fakirlerin gidebildiği bir hastaneye götürmüşler. Doktorlar bir süre sonra onu tanımış ve kendisini zenginlerin gittiği kaliteli bir yere kaldırmayı teklif etmişler. Gaudi "Ben halkın adamıyım" demiş reddetmiş, kısa bir süre sonra da kaldığı yerde ölmüş. Proje ölümünden sona hayata geçirilmeye başlanmış ve hala devam ediyor. Burada bitmiş proje var: http://www.gaudidesigner.com/data/article/16.jpg.
Gaudi, Barcelonayı güzelleştiren en büyük etmenlerden biri. Bir çok yerde Gaudi'nin işleriyle karşılaşıyoruz ve bunlar hep şehrin simgeleşmiş yapıları. Tek bir adam şehri oldukça değiştirmiş. Ablama bahsedince bana Mimar Sinan örneğini verdi ve çok haklıydı. Başarılı bir mimar ile yeniden yaratmak hiç zor değil. Hepimiz güzel şehirlerde yaşamak istiyoruz ama çirkinleştirmeye devam ediyoruz. Şu bitmeyen kilise ve Gaudi olmasaydı, Barcelona'nın devasa bir İzmir+Çeşme'den farkı kalmazdı. Barcelona'yı Barcelona yapan başka bir kısım ise sahili. Dev bir marina, balıkçı pazarları ve plajlarla dolu. Tamamı 1992 olimpiyatları sırasında yapılmış. Barcelona'nın adını o sıralarda duyurmaya başladığı söyleniyor. Plaj kumları mısırdan getirilmiş. Expo ile İzmir'de yapılması planlanmış projeleri tekrar düşünüyorum da, İzmir Türkiye ile arayı bir hayli açardı sanırım. O olmasa da hala bir Gaudi ya da Mimar Sinan için geç değil.
Biraz da Katalanlanca ve Katalanlardan bahsedelim. Katalanca bence yazım olarak oldukça Fransızcaya benziyor. Telafuz olarak İspanyolca gibi pek değil ancak Fransızca ile karşılaştıracak olursak elbette İspanyolca'ya daha yakın. Katalanya'nın 2 resmi dili var ancak çoğu yerde sadece Katalanca görülüyor. Şehirdeki Katalan bayraklarıyla kıyaslarsak nerdeyse hiç İspanyol bayrağı görmedim diyebilirim. Gördüğüm bir İspanya bayrağına "Acaba ispanyol konsoslosluğu mu? ehi ehi" diye takılmakdan kendimi alamadım... Katalanya kendi dilinde eğitim veriyor, kendi parlementosu var ve İspanyol kültürünü reddediyorlar. Ayrılmak için oldukça motive olmuşlar gerçekten. Bu resim aslında küçük bir meydan. Franco burada Katalan liderlerini toplayıp kurşuna dizmiş, duvardaki izler duruyor. Sonra buranın ileride anıtlaşmaması ve unutulması için meydanın etrafını binalarla çevirerek kapatmış. Sadece 2 dar sokak dışarıyla bağlantı kuruyor. Katalanların davası bizimkine benzerlik gösteriyor elbet. Ekonomist değilim ancak İspanyol nüfusunun %16sını oluşturup, ekonominin dörtte birini yöneten Katalanya olmazsa İspanya krizden krize koşardı herhalde. Yani onların savaşı şu an bizimkinden çok farklı efendim.
Ekonomi iyi diye turistlere geçirmekten de geri kalınmıyor tabi. Balık pazarında ağzımız sulana sulana gezerken fiyatları görünce kızdım ve "Siz Katalan değil İspanyolsunuuuz" diye bağırdım ama favorim yok ki dinleneyim.. Bu adamlar bu kadar çeşit balığı, deniz hayvanını bu kadar bol bulup da pahalı satınca beni üzdüler. Yine de bir restoranta gidip deniz ürünlü bir 'paella' yedik. Bu gezideki en kaliteli yemeğimiz oldu. Sonraki zamanlar Mc Donalds a abanmaya devam ettik elbette. Gece pek sevdiğimiz marinada turlayıp Kristof Kolomb beyin anıtını tekrar ziyaret edip hostelimize yürüdük. Gün içindeki "bak şu kesin hırsız" muhabbetlerimiz devam etti. Yorgunluktan yatağa kendimizi atmış öylece dururken ranzamın üst katına gelen kız için "Nihaaan bak hırsız geldi..." dedim. Kızın "Are you from Turkey?" demesiyle bir an için adeta 'paralize' olan bizlerin Betül adında yeni bir arkadaşı olmuş oldu. O da Roma'ya bizimle aynı uçakta gidiyormuş.
Son gecemizde son görmek istediğim 1-2 yere daha gittik. Bunlardan biri sarayın önünceki havuzda yapılan ışık ve su gösterisi diğeri de bu renkli iş kulesi. Barış kule sever. Nankör arkadaşlarım vaay çok etkilendim diye benimle alay etseler de kule tavaf edildi.... Eh, bir şehri güzelleştirmek gerçekten zor değil, hele İzmir gibi bir yeri.
Barcelona kocaman, yer yer güzel binalar yer yer bakımsız dar sokaklar var. Bizi en çok yoran şehir oldu. Çok metro kullandık ve çok yürüdük. Her şey birbirine uzak. En son şöyle bir halde parkta uyurken bulundum. Sırada ra-ra-ra-a-a-a-Roma ! Ryan air sırasında beklemekten şikayet eden, kolay atarlanan İtalyanlar ile yolculuğumuza başlıyoruz.
Erasmus'a gelmeden önce kafamda sadece 2 şehir vardı. Sadece Berlin'i ve Barcelona'yı merak ediyorum, onun dışında pek gezer miyim bilemiyorum diyordum. Bu kadar meraklı ve kararlıydım yani. Berlin için adam gibi bir yazı yazamadım. Sanırım kafamda ya bir turist bakış açısıyla çok fazla şey var, ya da Berlin'i fazlasıyla benimsemiş bir bakıç açısıyla oldukça olağan ve 'yerli'yim. Ama beni en çok etkileyen şehir diye kolaylıkla diyebiliyorum. Hayal kırıklığına uğramadım. Barcelona, kafamda Berlin ile aynı kategoriye konulmanın verdiği şanssızlıkla pek beklentilerimi karşılamadı.
Bu durağımız gezideki en eğlendiğimiz yerlerden biriydi, pek keyifliydik. Ama kafamda biraz da kıskançlıkla ortaya çıkan "Neden İzmir de böyle olmasın ki?" sorularıyla bir şehri güzelleştirmenin o kadar da zor olmadığına odaklanmış şehri inceliyordum. Aynı zamanda bizi en çok yoran durak olan koca şehirde gitmedik yer bırakmadıktan sonra İzmir'imi ve denizi ne kadar özlediğimi anladım. Barış, şehirlerdeki İstanbul'u aramak yerine bu sefer İzmir'e bir şans verdi. Expo'yu kaçırmayacaktık ya.
Hostelimize ulaştığımızda hafif hafif yağmur yağmaya başlamıştı bile. Ama "Beeeen kendimeee Barcelona'ya gelmiş de, Barcelonetta plajında yüzmemiş dedirtmeeeem" diye diye insanlar dışarıda yağmurlukla ceketle dolaşırken, biz şortlarımız ve terliklerimizle, kafamızın üzerine örttüğümüz tek bir havluyla hızlı hızlı plaja yürümeye devam ettik.. Plaja ulaştığımızda yağmur hafifti ancak hava kapalıydı ve çıldırmış nedeniyle sarı bayrak çekilmişti. Denizin içinde sörfçülerden başka kimse yoktu. Caymadık ve kendimizi denize attık. Tek bir dalgada tepetaklak olup mayolarımızı kumla doldurunca biraz kenarda oturduk ve bari plajı gezelim dedik...... Biraz turladıktan sonra tam plajdan şehrin içlerine girmeye yeltendik ki, " ya plaj üzerinden mi dönsek dedim" 5 dakika sonra ortaya çıkan yakıcı güneş ile güneşlenmeye başladık. Plajda sadece Nihan ve ben varken, kısa süre sonra plaj çılgınca doldu. En harikası da Barcelona plaj piyasasıydı. Plajda mısır, gevrek türü şeyler satılmıyor. Bunun yerine dövmeci, masajcı, pareocu, güneş gözlükçü kadınlar erkekler dolanıyor. Gün sonunda plaja tekrar geldiğimizde hala pek şendik..

Bora ile La Sagrada Familia'nın önünde buluştuk. Bitmeyen kilise, 2026 yılında bitirilmesi öngörülüyormuş. Yanına geldiğimize bu kadar mıymış dedim. Çünkü İzmir'de onlarca devasa başyapıt, mükemmel mimari eserler bulunduğundan zor beğeniyordum tabi.. Yapı gerçekten de o kadar yüksek değil diyordum ki, yanındaki bir dükkanda bitmiş halini görünce 2026'da tekrar gelmeye karar verdim. Kilisenin etrafı gürültülü iş makinaları ve daha gürültücü turistlerle dolu. Yapının ayrıntılarını inceleyince adam galiba tam bir hastaymış diyordum. Gerçekten de böyleymiş. Proje üzerinde yıllarca uğraşırken, üzerinde Hristiyanlık 'a dair her şeyin bulunmasına çalışırken en sonunda kafayı yemiş, saçı sakalı birbirine karışmış. Bir gün yürürken tramvay çarpmış ve üç gün sonra kanlar içinde bir halde ilgilenmiş insanlar. O halde kimse Gaudi olduğunu anlamayınca, fakirlerin gidebildiği bir hastaneye götürmüşler. Doktorlar bir süre sonra onu tanımış ve kendisini zenginlerin gittiği kaliteli bir yere kaldırmayı teklif etmişler. Gaudi "Ben halkın adamıyım" demiş reddetmiş, kısa bir süre sonra da kaldığı yerde ölmüş. Proje ölümünden sona hayata geçirilmeye başlanmış ve hala devam ediyor. Burada bitmiş proje var: http://www.gaudidesigner.com/data/article/16.jpg.
Gaudi, Barcelonayı güzelleştiren en büyük etmenlerden biri. Bir çok yerde Gaudi'nin işleriyle karşılaşıyoruz ve bunlar hep şehrin simgeleşmiş yapıları. Tek bir adam şehri oldukça değiştirmiş. Ablama bahsedince bana Mimar Sinan örneğini verdi ve çok haklıydı. Başarılı bir mimar ile yeniden yaratmak hiç zor değil. Hepimiz güzel şehirlerde yaşamak istiyoruz ama çirkinleştirmeye devam ediyoruz. Şu bitmeyen kilise ve Gaudi olmasaydı, Barcelona'nın devasa bir İzmir+Çeşme'den farkı kalmazdı. Barcelona'yı Barcelona yapan başka bir kısım ise sahili. Dev bir marina, balıkçı pazarları ve plajlarla dolu. Tamamı 1992 olimpiyatları sırasında yapılmış. Barcelona'nın adını o sıralarda duyurmaya başladığı söyleniyor. Plaj kumları mısırdan getirilmiş. Expo ile İzmir'de yapılması planlanmış projeleri tekrar düşünüyorum da, İzmir Türkiye ile arayı bir hayli açardı sanırım. O olmasa da hala bir Gaudi ya da Mimar Sinan için geç değil.Biraz da Katalanlanca ve Katalanlardan bahsedelim. Katalanca bence yazım olarak oldukça Fransızcaya benziyor. Telafuz olarak İspanyolca gibi pek değil ancak Fransızca ile karşılaştıracak olursak elbette İspanyolca'ya daha yakın. Katalanya'nın 2 resmi dili var ancak çoğu yerde sadece Katalanca görülüyor. Şehirdeki Katalan bayraklarıyla kıyaslarsak nerdeyse hiç İspanyol bayrağı görmedim diyebilirim. Gördüğüm bir İspanya bayrağına "Acaba ispanyol konsoslosluğu mu? ehi ehi" diye takılmakdan kendimi alamadım... Katalanya kendi dilinde eğitim veriyor, kendi parlementosu var ve İspanyol kültürünü reddediyorlar. Ayrılmak için oldukça motive olmuşlar gerçekten. Bu resim aslında küçük bir meydan. Franco burada Katalan liderlerini toplayıp kurşuna dizmiş, duvardaki izler duruyor. Sonra buranın ileride anıtlaşmaması ve unutulması için meydanın etrafını binalarla çevirerek kapatmış. Sadece 2 dar sokak dışarıyla bağlantı kuruyor. Katalanların davası bizimkine benzerlik gösteriyor elbet. Ekonomist değilim ancak İspanyol nüfusunun %16sını oluşturup, ekonominin dörtte birini yöneten Katalanya olmazsa İspanya krizden krize koşardı herhalde. Yani onların savaşı şu an bizimkinden çok farklı efendim.
Son gecemizde son görmek istediğim 1-2 yere daha gittik. Bunlardan biri sarayın önünceki havuzda yapılan ışık ve su gösterisi diğeri de bu renkli iş kulesi. Barış kule sever. Nankör arkadaşlarım vaay çok etkilendim diye benimle alay etseler de kule tavaf edildi.... Eh, bir şehri güzelleştirmek gerçekten zor değil, hele İzmir gibi bir yeri. 28.6.10
Tapas ve Favorili Erkekler



Madrid'deki ilk anlar oldukça 'karasal'dı. Terletmeyen sıcak yerini ertesi 2 günde yağmura bırakınca Barcelona için daha da heveslendik. Şehir merkezine geldikten sonra hostel'imizin yerini aradık. Malta'daki sayısız kilise ve kaldığımız eski dini yetimhaneden bozma hostelden sonra yine başında kilise olan bir sokakta kalınca kendimizi adeta evimizde hissettik. Hostel zamanında dünyanın en iyi hostellerinden biri seçilmiş. Sanırım bu zaman, ranza katları arasındaki 3 karışlık mesafenin daha yüksek olduğu bir zamana denk geliyor. Hostele eşyalarımızı bıraktıktan sonra, hostelworld'ün önerdiği UCUZ restoranta doğru yol aldık. Bizim meze olarak yediğimiz yemekler burada ana yemek olarak geliyor, ya da biz çok safız ve durumu anlamadık. Ancak küçücük porsiyonlara Prag'ın yaklaşık 3 katı ödeyince pahalı ülkeler serimize başladığımızın farkına vardık. Ne olursa olsun, resimdeki küçük bir ekmek dilimi 5 euro olmaz canım. Oooolllmaaaaaazz.. Benim porsiyonum da çok büyük değildi ama ekmeğe yüklenince karnımı doyurabildim. Aylar sonra taze ve çeşitli sebzeler yemek muhteşem oldu.
Yemekten sonra şehrin merkezi Sol meydanında, free tour için buluşma mekanı olarak belirtilen ayı heykelini aramaya gittik. Bir aşağı bir yukarı gittikten sonra bulduk kendisini, ancak 10 dakika bekledikten sonra hala ortada kimse olmayınca biraz oturduk. Hepimiz aşırı yorgun ve uykusuz olduğumuzdan ve şehir de pek ilgimizi ilk anlarda pek ilgimizi çekmeyince hostele gidip uyumaya karar verdik. Ancak o ayının kasları ne olacak bilmiyorum.
2 saatlik bir uykudan sonra şehri gezmeye başladık. Kısa bir tur atalım dedik ama görülmesi gereken yerlerin büyük kısmını dolaşabildik. Başlarda şehir için pek de bir özelliği yokmuş yaa diye artislik yapıyorduk ki aslında baya güzel olduğunu farkettik. Tek sorun boğaca konuşan insanlardı. Tecrübelerimden sonra avrupa birliği hakkındaki değişen düşüncelerim nedeniyle hiç çıkın avrupa birliğinden demedim. Ama artık birinin ÇABUK İNGİLİZCE ÖĞRENİN demesi gerekiyordu. Zaten gittiğim yerlerdeki avrupalılar öğütlerime uysalardı, euro'nun 3 tl olması içten bile değildi. En nihayetinde bunlar Vizigotların torunları dedim ve kendi hallerine bıraktım.
Ertesi gün Madrid'i dolaştıkça baya sevdim. Gittiğim her yeri Beyoğlu'na benzetme hastalığım halk arasında bilinmekte. Üzgünüm ama buranın da merkezi benziyor... Bu resim öğle yemeğimizi yediğimiz Sol'deki bir döneci. Sol ve çevresi milyonlarca her çeşit barla tapasçıyla dolu. Tapas kelime anlamı olarak kapamak gibi birşey demekmiş. Çok eskiden biraların içine sinek böcek kaçmasın diye üzerleri tabaklarla örtülüyormuş. Sonra insanlar yavaş yavaş ekmek dilimleriyle örtmeye başlamışlar. Bu ekmek dilimleri de üzerlerine çeşit çeşit şey konup servis ediliyor. Geldiğimiden beri sürekli tapas göre göre meraklandığımız şey meğerse bildiğimiz kanepeymiş. O akşamın gecesinde Romanya'da tanıştığımız Ainoa ile buluşabildik :) Beni ucuz bir yere götürmesini söyledim, gittik ve bir kaç saat bira içip tapas yedik. Burada bira bardakları da büyük demediğiniz sürece su bardağı boyutunda geliyor. Ainoa nedenini, şarabın ve dolayısıyla şarap porsiyonu büyüklüğünün, biradan daha fazla 'ispanyol kültürü' olmasına bağlıyor.
Beğendiğim binalar arasında ilk sırayı bu bina almakta. Arap mimarisinden oldukça etkilenmiş bu şahane yer maalesef bir boğa dövüşü stadyumu. Avrupa birliği kokoreçi yasaklayacağına bunu yasaklasın diyeceğim ama bu konu yıllar önce kapanmıştı sanırım. Çıtır çıtır kokoreç özledim ben. İkinci resim ise kaldığımız 17. yy Araplardan kalma eski bir bina olan hostelimizin duvarlarından. İspanyollar reconquistadan sonra ortada pek cami bırakmasa da böyle güzel şeyleri yakıp yıkmamışlar. Tabi daha iyileri için Endülüs bölgesine gitmek gerek.Madrid keyifli geçti. Çok yorulmadık ve yeterince dinlenebildik. İspanyolca bilen birisi için yaşaması güzel olan bir şehir olsa gerek. Proxima Estacion: Catalunya! Bakalım Barcelona dedikleri kadar var mı?
24.6.10
Malta, Malta, Malta ! Pek güzelsin !
İkinci durak ve sıcak denizlere inmemiz açısından büyük önem taşıyan Malta. Malta'nın büyük kısmında bina yapımında sarımsı renkteki sarı Malta taşı dışında bir şeyin kullanımının yasak olduğu gibi bir şey duymuştum. Uçak ada üzerinde yarım bir tur atınca genel olarak doğru olduğunu gördüm. Avrupa'da uçak ile seyehat ederken Schengen ülkeleri için ayrı bir terminal olduğundan, pasaport kontrolü olmuyor. Ancak ben kontrol edilmeye alıştığım için otomatik olarak bir kontrol gişesine yöneldim. Londra için uçak biletim olmadığından boşu boşuna vizemi kontrol ettirmemle kaldım tabi..
Pizza yediğimiz yerdeki sevimli garsondan bahsetmeden geçemem. Prag'da sipariş verebilmek için can çekişirken, verdiğini sipariş nedeniyle azar işitmeye varan tepkiler alırken, buradaki garson, kendi aramızda hesaplaşırken ve onun zamanını çalarken tek bir laf etmedi, oflamadı işini yaptı ve kibarca veda edip gitti. Güneyli olmak böyle bir şey bence. Hostel'e döndüğümüzde artık hava tamamen karanlıktı ve koca binadaki tek tük loş ışıklar kasveti kat kat arttırıyordu. Biz de odamıza gidip kapının arkasına dolap koyup uyuduk. Yatmadan önce şans getirmesi için resepsiyonda dağıtılan küçük kartlarla cizıs cizıs dansı yaptım.
Sabah ilk önce Gozo'nun başkenti olan Victoria'ya dolmuşla gittik. Malta'nın tamamında olduğu gibi burada'da genel olarak Türkiye'deki yazlık yerlerin güzelliği ve turist karmaşası bir aradaydı. Victoria Kalesinin tepesine çıkınca, şehre, "adeta Batı'nın Mardin'i" diyemeden duramadık.. Bu seneye yazın yapmaya heveslendiğim OrtaDoğu gezisi için biraz daha heveslendirdi beni. Victoria'dan sonra dolmuşla dünyanın en eski yapıları Malta tapınakları'ndan Ggantija'yı görmeye gittik. Tapınak piramitlerden daha eski (her yerde böyle yazıyor sanırım daha havalı oluyor piramitlerden eski olunca) Burayı da gördükten sonra Malta Euro'larındaki acayip yapının ne olduğu ortaya çıkmış oldu. Dolmuşla adanın merkezine indik ve tüm geziye damgasını vuracak kısma geçmek üzere yeni bir dolmuş'la adanın en batısına gittik.
Hani böyle bir şey yaparken çok fazla zevk alıp da bir şey demek istemezsiniz. İster misiniz bilmem? Ben istemiyorum ve şöyle bir şey yapacağım. Burada denize girmek şöyle bir şeydi: .... ............ ............ ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............ Aramızdan biri (belki de ben) bu yapının, windowsun bir sürümünde masaüstü resmi olarak kayıtlı olduğunu iddia etti. Biz de sanki söyleyince daha zevkli olacakmış gibi, windows manzaralı yerde denize giriyoruz dedik. Bakın ben şaşkın bir insanım aslında. Böyle bi mutlu sarhoş bir şekilde yüzdük geldik. İstemeye istemeye ayrılsak da zevkten dört köşe feribotun yolunu tuttuk.
Hostelimiz Malta adasında, St Julians'ta. Dolmuştan iner inmez bir an önce yatağa kendimizi atmak istiyorduk ki... bulamadık. Sokaklarda bir aşağı bir yukarı kendimizi atarken bir çok kişiye yerini sorup cevap alamadık. Kimse çevrede böyle bir yer bilmiyordu. Ne yapsak diye karar vermeye çalışırken karşılaştığımız Malta'lı bir kadın bize yardım edeceğini söyledi. Dedim ben Malta insanı sıcak yardım sever insan haklarına saygılı ve hoşgörülü diye. En kötü ihtimal bize kalacak bir yer bulabileceğinin garantisini verdikten sonra polise gitmeyi teklif etti. Arabasıyla bizi polis karakoluna götürdü ve olay çözülene kadar bekledi. Telefon numarası +**7766554433 gibi bir şey olunca önce herkes sahte sanmıştı. Ama nihayet hostel sahibine ulaşabildik ve yerleştik. Sabah erkenden kalkacağımız için havaalanı taksisiyle randevulaşıp yemek yemeye dışarı çıktık. Adanın gece hayatı merkezi St. Julians. Ancak gece hayatımız kendimizi hostele varır varmaz yorgunluktan horzz diye uyumak olduğu için pek bir şey göremedik. Yine de mc donaldsta bir şeyle yedikten sonra biraz dışarıda turladık. Dizlerime kadar denize girip Malta'yla vedalaştıktan sonra dönüp bir güzel uyuduk. Sonunda ryanair ile Akdeniz üzerinden uzun bir yolculukla karasal iklime dönüş. Madrid!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)








