29.5.10

Çek Seçimleri


Geçen gün dışarı çıktığımda şöyle bir manzara ile karşılaştım. Söylenenler sadece dedikodu değilmiş: Prag'da da güneş görülebiliyor. Ben de derhal bu doğaüstü olayın resmini çekip basına dağıttım. Ama kimse bunu seçimlerden daha ilgi çekici bulmadı. Eh, böyle parti afişleri olursa ben de ilgilenmezdim tabi. İşte Prag'da rastladığım seçim afişleri..Partiler hakkında fazla bilgim yok o yüzden çok yorum yapmayacağım. Ancak konuştuğum Çek bir adam oyların yarı yarıya en büyük sağ ve sol parti arasında bölüneceğini, geri kalanların küçük partilere gideceğini söyledi. Seçim barajı Çek Cumhuriyetinde 5% ancak, bu limit altındakiler de mecliste özel bir bölüme girip söz sahibi olabiliyorlarmış.



Birinci partimizdeki simalar aslında bize hiç de yabancı değil... İlk resimde sol partimizden Prag 1. bölge adayı Yavuz Bingöl'ü görüyoruz. CHP'den aldığı teklifleri hiç düşünmeden geri çeviren Bingöl, siyasi yaşamına burada hız vermiş. İşimiz Prag, gücümüz Prag nidalarıyla ortalarda dolaşan Bingöl ve arkadaşları bu sene yine en kuvvetli adaylardan. 
Tabii Levent Kırca'nın katkılarını gözardı edemeyiz. Afişteki Kırca'nın yanındaki bıyıklı smiley sonradan eklenen bir şey değil, gerçekten de afişin bir parçası. Anlaşılan Kırca, siyasete başlayınca mizahtan vazgeçmemiş. Çeklere geçmiş olsun diyor ve Scientology partimize geçiyoruz.


Bu partinin afişleriyle ilk karşılaştığımda gerçekten de Scientology'nin burada 
                                                  da olabileceğinden kuşkulandım. Afişlerdeki birbiriyle alakası olmayan konseptlerden sonra, tüm parti ekibinin beyaz bir fon önünde, beyaz gömleklerle çekilmiş resmini görünce ürperdim. Aynı adamlar başka bir sefer de siyah giyinmiş, kafalarının üzerinde de yeşil bir artı vardı. İşte partinin diğer afişleri.. Arka planda ay, adamımızın önünde birbiri ile temasa geçince ışık çıkan insan elleri. Başka bir afişte güller arasındaki adamımız var. aynı adamı kanatları ile birlikte ve zarftan çıkmış olarak görüyoruz. Böyle bir sosyal demokrat parti işte bu da.


En güçlü adaylarımızın yanında acayip bir şekilde geçen sene 14%lük oy alan Komünist parti var. acayip diyorum çünkü bu insanlar açık açık Komünizmden nefret ediyor gözlemlediğim kadarıyla. Diğer küçük partiler arasında Dinazorlara hayır diye afişi olan parti ile, dört yapraklı yonca amblemli sempatik parti var. Sempatik parti ne ki?


Güneşli gün diyorduk.. O gün dışarı çıkmamın sebebi aslında bir etkinliğe katılmaktı. Otostopçunun Galaksi Rehberi Kitabında havlunun yararları ile ilgili bir bölüm var. Her yıl bir çok ülkede yazarı anmak için 26 Mayıs Dünya Havlu günü olarak kutlanıyormuş. Benim de Temmuz'dan haberim oldu. İstanbul'da kutlamayı görünce, hmm burada kürtaj karşıtı eylem oluyorsa o da olabilir dedim ve ilk metro ile merkeze gittim. Bu bir kitap buluşması olunca her şey tamamen Çekçeydi tabi. Hiç bir şey anlamayacağımı bile bile geldim çünkü ortamı merak etmiştim. İşte böyle birşey: Omzunda havlu asılı onlarca kişi. 2001'den beri düzenleniyormuş bu etkinlik. Bu günşeli gün gece yerini sise bıraktı ve gündüz şöyle bir görüntü oluştu.....

24.5.10

"Češi ! Češi ! Češi !" (Çekler!)

Dün gece Çekler için son derece önemliydi. Ülkenin en popüler sporu olan buz hokeyinde dünya kupası finaline yükseldiler ve finaldeki rakipleri Rusya'ydı.  Rakip Rusya olunca oyunun önemi 5 kat daha katlandı tabi. Daha önce konuştuğum bir kaç Çek, Rusya'dan açık açık nefret ediyordu. Herkes bu kadar nefret dolu olmasa da bir sevmemezlik var işte..Sebebi ise 1968'deki Sovyet işgalinden süregelen gergin ilişkiler. Meydandaki binlerce insan tepkisini gece boyunca ekrana Rus oyuncular çıkarken ıslıklayarak ve yuhlayarak gösteriyordu. Ekrana orta parmağını gösteren insanlar da var tabi. Maç öncesinde gördüğüm bir grup genç Rus, bayrak sallarken yanlarına gelen iri yarı iki Çek tarafından sakinleştirildi. Yani böyle şeyler her yerde olabiliyor. İnsanların önyargı ile birbirlerine düşman olmasını hiç bir şekilde savunacak değilim. Ancak, Çek Cumhuriyeti yeni bir ülke, yaşananlar taze ve gerginlik olması daha normal. Peki ya biz? Yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız insanlara azınlık diyerek, gavur diyerek ve birbirimizi yiyerek 80 yıl sonra ne kadar ileri gittik acaba. Maça dönelim o zaman.

Eski şehir meydanına 2 büyük ekran kurulmuş ve meydan büyük oranda dolmuştu. Erasmuslar olarak topluca gittiğimiz maçta birbirimizi kaybedince küçük gruplar halinde takıldık. Dört bir yanımızdaki insanlar sarıp sarıp ot içerken Çekler gibi coştuk meydanda. Anlamını bilmediğimiz sloganlar attık. En sonunda Çekler maçı 2-1 kazandılar. Şampiyonluğu olmazsa olmazı Queen'in şarkıları, Fredy Mercury gibi bıyıklı ve onun gibi giyinen genç bir Çek tarafından söylendi.

Gece metro çılgın bir kalabalıkla doluydu. İnsanlar birbirini itiyor, slogan atıyor metronun camlarına duvarlarına vuruyordu. Bir de ilk defa Prag'da 'skinhead' lere rastladım. Sokakta anti-nazizm temalı çıkartmalar stenciller görmüştüm, demek ki bu iğrenç insanlar burada da varmış. En agresif görüneni çevresine tükürükler saçarak bağırıyordu. Bir kaç kelimesinden biri "migrantski" gibi bir şeydi. (translate imigrant yazınca emigrantski çıktı) Arkadaşları onu sakinleştirmeye çalışırken çevresinde Vietnamlı göçmenlerden biri olsaydı adam daha ne kadar çirkinleşebilirdi acaba.

Sonuç olarak bugün olduğumuz en önemli dersimin sınavına adam gibi bakamasam da geceyi kaçırmak istemedim. Böylece 1 haftalık "clubbing" maratonumuzu 'milli takım'ı destekleyerek sonlandırdık. Wikipedia'dan araştırdım, Türkiye'de bir buz hokeyi ligi ve milli takımı varmış !

Çek seçimleri yaklaştı, yakında çılgın adayları ve billboard reklamlarını tanıtacağım.

23.5.10

Bu şehrin mimarisi güzel galiba.

Prag'a olan sevgim halk arasında yaygın bir şekilde bilinmekte. Ben de sırf gezmek için bir bahanem olsun diye art nouveau günü yaptım kendime. Televizyonlarını yeni açan izleyicilerimiz için, art nouveau süslü püslü, renkli renkli, dekoratif bir sanat akımı olmakla beraber daha çok mimari formda karşımıza çıkıyor ve Prag'daki bir çok binada örneklerini görmek mümkün. Ya da sallıyorum inanmayın bana, belki baroktur onlar.. İlk resimde belediye binası bulunmakta. Dışarıdan şahane olan bu binanın içerisini ancak camların arkasından görebiliyoruz. Ancak yurda yatırdığımız depozitomuzu aldığımızda, paraya para demeyerek buradaki restorana gelip art nouveau dinlemeden görgüsüzce yemek yiyeceğiz. İkinci resimde de eski şehir merkezindeki en güzel iki Art Noveau örneği binanın önündeki Jan Hus bey. Çeklerin reformunu gerçekleştiren adam. Papalığın en şahane zamanında reform yapınca aforoz ediliyor tabi. Heykel 1915 yılında dikilmiş meydana. Çekler için en önemli tarihi kişiliklerden biri. Büyük oranda ateist olmalarının nedenini bu adama bağlayan insanlar tanıyorum!

Sonrasında sırayla eski bir tramvaydan yapılmış kafe arkasındaki Grand Hotel Europa ve rastladığım başka bir apartman var. Hadi bu ev sıradan gibi görünüyor da, onun altındaki ev nedir öyle diyor insanlar. Paris Caddesi'ndeki en gösterişli yapılardan biri olan bu apartmanda, Nihan'ın tanıdıklarından biri oturuyor. Evin hanımı şöyle bir cümle kurmuş. "Yazın balkona çıkamıyoruz, turistler binayı kale falan sanıp resmini çekiyor sürekli." Artık siz düşünün.

Böyle "Gece vardiyası toplu taşıma rotaları" haritası mı olur?

Gecenin 1inde 2sinde 3ünde 4ünde 5inde ve 6sında ve günün bütün saatlerinde istediğim her yere tek başıma hiç çekinmeden güvenli bir şekilde gidebilmeyi seviyorum. Teşekkürler Prag Büyükşehir Belediyesi.

Prag, Çek Cumhuriyeti değildir.

Bugün Cindy ve Renaud ile Prag'a trenle 1 saat uzaklıktaki Kutna Hora isimli şehre gittik. Prag dışında gördüğüm 5-6 şehirden sonra rahatlıkla Prag'ın diğer Çek şehirlerinden bambaşka olduğunu söyleyebiliriz. Ortada gelişmişlik düzeyi ve şehirleşme olarak ciddi farklar var. Pragdan ayrılırken haftalar sonra ilk defa 1 dakikadan fazla güneş görünmeye başladı, ve biz maalesef başka şehre gittiğimizden yine Prag'ı güneşli göremedik..

Kutna Hora, paket turlar içinde Prag yanında ekstra olarak katılınabilinen turlardan biri olarak sunuluyor bu yüzden Karlovy Vary kadar Türkler tarafından çok ziyaret edilen şehirlerden biri. Şehrin önemli yapılarında Türkçe açıklamalardan edinebiliyorsunuz. Kırk binden insan iskeletinden oluştuğu söylenen kilisenin bir köşesinde de yine insan kemiklerinden yapılma bir armada, bir Türk'ün gözünü oyan karga tasfiri var. Evet yine Türkler ! Baya gıcık olmuşlar zamanında bize :) Bir de kemiklerin piramit şeklinde yığıldığı 4 tane piramit var ki, düşününce ürperdim biraz. İnsan böyle bir şey yaparken neler hisseder ki.

Tren istasyonundan sonraki ilk durağımız olan iskeletli kiliseden sonra yemek yemek istedik ve restoran aradık. Yaklaşık 10 kadar yere girip geri çevrildik çünkü o sırada Çek-İsveç buz hokeyi maçı oynanıyordu ve garsonlar da izlediği için yemek servisi kapanmıştı. Daha önce bahsettim mi bilmiyorum, Çek Cumhuriyeti'nde buz hokeyi, futboldan daha önemli ve popüler bir spor. Maç sonunda 3-2 kazanmış olmanın mutluluğuyla garip sesler çıkaran Çek gördük bol bol. Sonra bu dükkanı bulduk. Mikili bu dükkanı restoran sanıp sevinmiştik ki, 'take away' bir fast food dükkanıymış. Yağmur devam ediyorken ve biz oldukça ıslanmışken en sonunda yemek servis eden bir restoran bulduk. Biz yemeğimizi yerken dışarıda güneş çıktı ve hava baya güzelleşti. Yemekte Fransız arkadaş, Türkiye'de kürdan olup olmadığını sordu. Ben tam haydaa başladık yine diye gülüp tabii ki var derken ardından "..Fransa'da yok da.." demez mi? Sonra neden güldüğümü açıkladım ben de. Sonra gezmeye devam ettik.



Şehirde kilise yoğunluğu yüksek. Eskiden büyük bir şehir olmuş olmasından kaynaklanıyor sanırım. Orta Avrupa'nın en eski kilisesi burada. Çekler gerçekten de Avrupa'nın tam ortasında kaldığı için 'Orta Avrupanın en..' deyimini seviyorlar sanırım. Cuma da 'Orta Avrupa'nın en büyük gece kulübü'ne gittik. Evet gerçekten büyük ama turist attraction'ı gibi bir şey, aşırı sıra oluyor ve giriş Prag'daki en pahalı giriş ücreti sanırım. (10 Tl)  Kutna Hora'daki ki bol miktarda kilisenin yanında bir o kadar da iskelet ve iskelet tasfiri var. Bu adamlar baya acayipmiş zamanında. Önce düşündük neden hem bu kadar ateistler hem de bu kadar çok kilise var diye. Ben de ateizmin Prag bölgesinde 80% küsür olduğunu, Çek genelinde 50% kadar olduğunu söyledim. Bir de şöyle bir şey dikkatimi çekti. Çatısının tepesinde 2 çekiç olan bir kilise, komünist kiliseden başkası olamaz bence.

İtalyan avlusu denilen bir yere uğradık o sırada yağmur da iyice kontrolden çıktı. Biraz durulana kadar bir kafeye gitmeye karar verdik. Çek Cumhuriyeti'nde kafelerde seçenekler arasında genellikle Türk kahvesi bulunabiliyor. Turecka Kava. Hep merak ediyordum nasıl diye ve burada denedim. Kahve şöyle bir şey olunca baya şaşırdım tabi. Uzun ve geniş bir cam bardakta, bizimkinin oldukça sulandırılmış hali ama tadı aynı. Telvesi köpüğü de yerinde. 2 yudumluk servise alışkın bünyeme fazla gelince yarısını bıraktım.

Ve başlığa biraz daha değinmek gerekirse. Prag kesinlikle Çek Cumhuriyeti değil ayrı bir ülke gibi. Doğu Avrupa'da nasıl böyle bir şehir olabilmiş diye şaşırıyor insan diğerleriyle karşılaştırınca. Sadece Prag'da, bir gezi rehberinin söylediğine göre kişi başı milli gelir 42 bin Avro. Din hayatlarının tamamen dışında, bazı sokakları gün boyu ot kokuyor. (Ot yasak ama polisler uyarmıyor, ölü yasalar var.) Doğu'nun Amsterdam'ı adeta :P

Haftaya Prag'da seçimler var. Bir ara Çek Cumhuriyeti'ndeki fantastik politik partilere değineceğim.

21.5.10

Rafting gezisi, parti, parti, parti, parti, parti.

3 ay bitmek üzere. Kapalı hava yüzünden fenalık geçirdiğim 1-2 hafta dışında dolu dolu geçti zaman. Hava hala kapalı ama gitgide dejenere olup Avrupalılaştığım için kapalı hava ile yaşamayı öğrendim, monta cekete de ara vermeden devam ediyoruz. Son 1 haftadır ise maceradan maceraya koşuyorum. Artık eski sıklıkta yazı yazmıyor olmamın nedeni de bu olabilir.

Geçtiğimiz cuma, sabahın köründe bizim okuldan ve Charles üniversitesinden yaklaşık 50 kişilik bir grup olarak tren istasyonunda buluştuk ve 5 saatlik yolculuğumuza başladık. Sara ile boş yer olan kompartımanlardan birine girdik. Bir önceki gece akşamdan kalma olduğumuzdan önümüzdeki 3 yorucu gün için güzelce uyumayı planlıyorduk. Ancak kompartımanda, Türk, İsveçli, Yunan, Amerikalı ve Alman olunca o 5 saat birleşmiş milletler toplantısı gibi dünya meseleleri konuşarak geçti. Esasında yeni tanıştığım bir çok yabancı ile konuşmalarımız benzer doğrultuda oluyor. Bir yandan hoşuma gidiyor tabi. Güney komşularımızın alfabesi ile yazılmış bir yazıyı gösterip bu Tükçe mi diyen ya da Türkiye'de salyangoz olup olmadığını merak eden cahil Avrupalılara bir şeyler öğretmekten kıvanç duyuyorum.. Neden çok esmer olmadığımı soran onlarca kişiden sonra bir kaç kez de Alman'a benzetildikten sonra, "aslında güney avrupadaki bütün halklar benziyor şaşırmayın artık yahu!" teması ile meydanlarda daha fazla boy göstermeye karar verdim. Yolculuk sonunda ise bir önyargım, hala önyargı olarak kalmaya devam edecek de olsa yerini sağlamlaştırdı. Amerikalılar gerçekten acayip(kötü anlamda.) Yunan ile konuşmak ise zevkliydi.

İlk durağımız Vissi Brodda yolculuğa başlamadan önce yağmurun durmasını bekledik, beklerken de yemek yedik. Ama yağmurun durmayacağını anlayınca hazırlanıp başladık. Can yeleği yüzünden 3 gün boyunca nefes alma sıkıntısı çekince Türklere bir şey olmaz yüzerim düşüncesi ile gevşeterek gezdim.. Ancak biraz ileride bahsedeceğim düşme olayından sonra can yeleği hakikaten gerekliymiş dedim.

Buraya ilk geldiğimde herkese karşı ılımlıydım, kimse hakkında tanımadan olumsuz konuşmuyordum. Ama bu geziden sonra bazı insanlara karşı dayanma limitimi aştığımı farkettim. Bu kişileri boğalar diye anlatacağım. Bu kadar kuru gürültü yapan rahatsız edici ve kaba bir toplulukla tanışmadım. Romanya'da tanıştığım gruptan sonra boğalar hakkında baya iyi izlenim edinmiştim, ama buradakiler dayanılacak gibi değil. Detaya gerek yok,  tek yaptıkları el çırpmak bağıra bağıra konuşmak ve sürekli küfretmek. Sadece 1-2 tanesine katlanabiliyorum o da şansıma kanoda eşim oldu. Diğerleri ile ise kesinlikle ilgilenmiyorum ve acayip bir şekilde daha kibar olmaya başladılar ?!

Bütün gün uyum içinde gidebilmişken günün sonunda kalacağımız yere 50 metre kala akıntıya kapılıp kanodan düştük. İçi su dolup batan kanoyu kurtarmak için oldukça uğraştık ve nihayet çıkarabildik. Sudan çıktığımda dizimin kanlar içinde olduğunu farkettim. Sadece kano kullanan 4 kişi kalmıştık, kanoları karaya çektikten sonra herkes ortadan kaybolup direk nehir kenarındaki hostele koşturdu ve ben kanlar içinde ortada kaldım. Rezaletin üzerine bir de can yeleğimi karşıda unutmam eklenince kasabadaki tek köprü için git gel 3 kilometre kadar o bacakla yürüdüm. Gece yemek yemeye gitmeden önce hostel sahibinden gerekli ıvır zıvırı alıp yarayı kapattık.

Gece gittiğimiz restoranda fiyatlar Prag şehir merkezinde kadardı biz de en ucuz yemek olan şeftalili tavuk yedik ve oldukça güzeldi. Diğer yemek seçeneklerimiz arasındaki geyik etini tanımlamak için Bambi dedim. Sonraki günlerde insanların artık deer yerine bambi demesi ise erasmusça'ya yaptığım katkılardan en büyüğüdür. Yemekten sonra bir bara gidip dedikodu yaptık topluca. Maalesef arkadaşlıkları çok gerçekçi bulamıyorum. Dikkatli bakınca bazı insanların arkadaşlık amacını anlayabiliyorsun. Benim gruptan kimseyle düşüp kalkmaya niyetim olmadığından arkadaşça yaklaştığım bazı insanlar kabalaşma hakkını kendilerinde görmüşlerdi. Bunu farkedip onlarla ilgilenmediğimden beri, daha popüler bir insan oldum? İnsan her yerde aynı, bir bok gösterip bunu insanlara havalı bir şekilde pazarlayınca bok da gayet ilgi odağı olabilir.

İkinci ve üçüncü gün dizimi kıramadığım için raftinge geçtim. Rafting deyince akla beyaz su raftingi gelmesin tabi. Sakin sakin doğa izledik. 3. durağımız Cesky Krumlova gitmeden yol üzerinde nehir kenarındaki bir kamptı. Botları kenara çektik. Karada bir grup orta yaşlı insan vardı. Bir grup hariç tüm gruplar karaya çıkmış bekliyordu. Bu grubun geliş zamanlaması ise baya talihsiz oldu.. Bu orta yaşlı grup arkadaşlarının cenazesi için böyle güzel bir yer seçmişler. Arkadaşlarının küllerini nehre serptikten hemen sonra, son bot grubunun henüz beyaz toz havadayken içinden geçmesi ile grup halinde yerlere yattık ancak hemen arkamızı dönüp toparlandık. Böyle yazınca cık cık cık ayıp diyorum kendime ama olaylar öyle güzel gelişti ki. Ben ilk defa küllerin nehre serpilmesine şahit olmanın heyecanındayken bu arkadaşlar olaya daha yakından dahil olmak zorunda kaldı. Gece ateş başında hoşbeş ile geçti.

Son 9 km lik yolculuktan sonra Cesky Krumlova ulaştık. Çek bir kız bana Japon turistlerin Avrupa paket turlarından bahsetti. Bizim Viyana, Prag, Budapeşte popüler bir paket mesela. Japonlar için de bu üç şehrin yanında Cesky Krumlov olmazsa olmazmış. Gerçekten de oldukça sevilecek bir kasabaydı. Orta çağdan beri hiç bir değişiklik yapılmamış yapılaşma olarak ve toplu taşıma kullanılmıyordu. En az Çekler kadar Japon vardı dersem abartır mıyım? Evet. Şehri gezip yemek yedikten sonra trenle Prag'a döndük.

Bu döndüğümden beri 5. gün. 5 gündür gece klübe gidip dansediyoruz. Yarın yine gideceğiz. Her gece aynı şarkılardan bıktık mı? Biraz. Ancak Türkiye'ye gidip yüksek doz Serdar Ortaç almak yerine (hem de yeni albüm çıkarmışken) binlerce kez daha David Guetta dinleyebilirim. Asıl o değil de, neredeyse her akşam Tarkan-Kiss Kiss çalıyor. Ama dün gece çalan Zeynep Dizdar'dan sonra noluyoor diye birbirimize bakışımızı unutamam. Geceleri leş gibi eve gelince temiz kıyafet sayısındaki ani düşüşten sonra nihayet çamaşır yıkama sıramız geldi ve artık temiziz.

Şu an yine yağmur yağıyor. Burada ilginç bulduğum şeylerin 95%'ini yaptım. Geri kalan 5i ise güneşli günlere saklıyorum. O günler gelene kadar dansetmeye devam :( ( ehe ehe ehe )  Ha bir de unutmuşum, 2 haftadır falan ödev sınav dönemindeyiz diyeceğim de kulağa şaka gibi geliyor. Gıcığım di mi :)

13.5.10

Döner, Urban art, İstanbul. Berlin(1)



Gitmeden önce demiştim, "İçimde İstanbul'a giderken oluşan his var" diye. Berlin gerçekten de Avrupa'nın İstanbul'u benim gözümde. Bu yüzden de fazlasıyla sevdim. Genel olarak baktığımızda çok daha düzenli, modern ve güvenli bir şehir. Benim Berlin'i İstanbul ile bağdaştırmama neden olanlar ise başka etmenler. Öncelikle 'urban art' sadece stencillerle sınırlı değil. Graffiti çok sevmesem de orada bir çok başarılı çalışma vardı. Berlin duvarının ayakta kalan en büyük kısmı şu anda, onlarca ülkeden gelen sanatçılar tarafından yapılan resimlerden oluşan büyük bir açık hava galerisi. Resimlere, yazılara bakınca insanların bunca yıl ne kadar dolduklarını, söyleyecek bir çok şeyleri olduğunu anladım. Bu yüzden de kendini ifade etmek isteyen binlerce insanın şehrin tarihine paralel bir şekilde duvarları tercih ettiğini düşündüm. Resim yapılamayan direklerde ve panolarda ise pek güzel çıkartmalar vardı. Renk'le çıktığımız bir gece beğendiklerimizi topladık ve şimdi onlardan oluşan bir defterim var. 

Çıkarmaların  büyük çoğunluğunda nazi karşıtı mesajlar var. Neo-nazizm gibi iğrenç bir kavramı herhangi bir yere, bir şeye yakıştırmak yanlış olsa da, sanki özellikle Berlin'e hiç yakışmıyor. Irkçılıktan, homofobiden, ayrımcılıktan ve 'ayrılıktan' bu kadar çekmiş bir ülkenin başkenti olarak şu an yüzlerce farklı insan tipini barındıran bu şehir, alışılmış güzel tarihi yapıları ile değil, atmosferi ile beni benden aldı. Kreuzberg ise benim için en güzel, en  Beyoğlu semtti. Yaşayan halkın 30%'unun Alman vatandaşlığı olmayan bu bölgenin en büyük azınlık grubu tabii ki de Türkiye kökenliler. Semtin en işlek caddesini boydan boya geçerken bir çok "Almanya-Türkçesi" konuşan insanlarla karşılaştık. ( " Anlamadım, warum nicht? " :) ) Çekirdek kafeler ise Türkler'in en büyük katkılarında biri olsa gerek. Sokaklara atılmış masalar üzerindeki dev kaseden avuç avuç çekirdek alan insanlar vardı. Berlin genelindeki binlerce dürümcüyü gördükten sonra anlıyoruz ki kebap gerçekten de şu an Berlin'in en popüler fast food yemeği.

İlk gün hava muhalefeti nedeniyle pek yürüyemedik. Biz de hemen kendimizi müze adasına attık. Asıl amaç Bergama'dan çalınan(hediye edilen) Zeus Sunağı'nı görmekti, ama 2 euro daha verip adaki bütün müzelere girebileceğimizi öğrenince, kötü havayı  güzelce değerlendirmiş olduk. Tarihi eserler bulunan müzelerdeki eserlerin yüzde 95'inin Avrupa kültürüyle pek alakası yoktu maalesef. Kalan yüzde 5 ise tarih öncesi çağlardan kalma eserler. Adamlar koskoca Babilon şehrinin en önemli caddesini söküp getirmiş. Açıklamalara baktığımızda bol bol, Sultan bilmem kaçın hediyesidir diyor. Ancak şöyle de bir şey var ki, kazı ekipleri tamamen yabancılardan oluşuyormuş. Topraklarımıza istediğiniz gibi girip kazı yapabilirsiniz demiş olmalı birileri. Bir de şu tarih kitaplarında hep gördüğümüz Nefertiti meğer buradaymış! Resminin çekilmesi yasak olduğu için, hatırlatmak adına bir gugıl resmi koyuyorum.

Diğer günler sabahtan akşama kadar yürümekle geçti. Hatta bir günümüzü direk en batıdan en doğuya yürüyerek geçirdik. Şehir merkezinde duvarın geçtiği her yerde taşlardan bir iz yapılmış. Duvarın iki tarafı arasındaki mimari gerçekten de oldukça farklı. Doğuda Müzeler Adası, Berliner Dom ve diğer tarihi yapılar dışında yalnızca sosyalizm blokları bulunuyor. Tabi bu sıradan binaları sadece sosyalizme bağlamak yanlış. İkinci dünya savaşında taş taş üstünde kalmamış olan bu şehir, Dresden gibi aşırı bir restorasyona gitmemiş olsa da ancak toparlanıyor.

Potzdamer gibi bir bölgenin olması ise Berlin ve İstanbul'un birbirine benzemesinin nedenlerinden biri. Her şehirde finansal bir merkez oluyor ama, böyle kaos dolu bir şehrin merkezi bir bölgesinin son derece düzenli ve temiz caddeleri olması onları diğer şehirlerden ayırıyor bence. İnsanlar daha kalburüstü kesimden ve gördükleri herkese "Do you speak english?" diye soran dilencilere burada hiç rastlamadık. :) Devamı sonra!





4.5.10

2 Wochen, 2 Städte

1 haftadır ilgi çekici bir şeyler yapamadım ve bu yüzden bu yazıda anlatacak ilginç pek bir şey yok. Her çıktığımda sarhoş oldum ertesi günü iğrenç geçirdim gece yine sarhoş oldum. Saatlerce komik diyaloglar yapabilen insanlarla zevzeklik yaptım ve bundan sıkıldım. Partilerde aradığım mutluluğu bulamadığımdan dışarı çıkayım şehri karış karış dolaşmaya devam edeyim dedim(ki gitmediğim yer kaldı mı bilemedim) hava gittikçe soğumaya başladı ve şu an yağmur yağıyor. Ben de dün bari yurdun yanındaki ormana gideyim dedim.

Şehir seven bir insanım, bina ve metro istasyonu görmem gerekiyor benim her gün. Doğayı şehrin içinde ulaşılabilir yerlerde daha çok seviyorum. Gittiğim orman biraz varoşlarda yani şehir dışında kalıyor. Daha girer girmez baya etkilendim. Ormanın derinliklerine ilerlerken benim için dehşet saatleri başladı... Uzaktan bir takım sesler duydum, baktığımda üzerime doğru koşturan bir hayvan gördüm. Korkak bir insan olarak felaket senaryoları kafamda defalarca yazıldı tabi. Kurt, köpek, su aygırı derken gelenin bambigillerden bir ceylan olduğunu farkettim. Yine de korkunçtu yani. Bir kez daha hayvanat bahçelerine karşı olmanın doğru bir fikir olduğuna karar verdim. Hayvan demek bile başlı başına bir hakaret maalesef, saygı duymuyoruz pek. Ancak doğada tek başınayken üzerine doğru koşturan bir yaratık görünce, ne olduğunu anlamadığın süre içinde aklına pek çok korkutucu şey geliyor insanın. Sonra yolumu bulamadım ve uzattıkça uzattım. Yol boyunca çeşitli viyaklamalar ve grrlamalar duyduktan sonra tek başına ormana gitmenin kötü bir şey olduğuna karar verdim.


Fırsat bulup gezdim bir de. Almanya'da Dresden diye bir şehir var, Özgür Ülke Saksonya eyaletinin başkenti. Dünyanın en zengin maliye bakanlıklarından biri bu başkentinkiymiş. II. Dünya Savaşında şehir merkezinin 90%dan fazlası yıkılmış. Zaman zaman çok yıkıcı sel felaketleriyle boğuşmuşlar. Bu bilgiyi öğrenmeseydim, şehri gezerken bu kadar etkilenmezdim. Etkilenmezdim çünkü, bütün Avrupa şehirleri birbirine benziyor ve ilginç olan şey bir süre sonra mükemmel binalar ve yapılar değil ufak tefek ayrıntılar oluyor. 50 yıl içinde bütün tarihi binaları bire bir aslıyla, yıkıntılardaki malzemeleri kullanarak baştan inşa etmişler. Şehir Almanlar arasında baya popülermiş, haftasonları Almanya'nın her yerinden bu mucizeyi görmeye gelen insanlarla doluyormuş.

İlk resimde arka plandaki yapı şehirdeki en gösterişli bina. Yakın plandaki duvar parçası bombardıman ile yıkıldığı sırada ayakta kalan nadir bölümlerden. Orijinali yapılırken, 15 metre kadar kaydırılmış yıkıntı bölüm de ibret olsun diye bırakılmış. Arka planda kilise duvarlarındaki siyah taşlar enkazdan çıkarılıp tekrar kullanılanlar, beyaz olanlar ise yeni taşlar. Her şehirde olduğu gibi heykelli binalar süslemeler güzel köprüler ıvır zıvır burada da var. Benim ilgimi çeken bir başka yapı ise bu sinagog. Monoton bulan insanları ben de monoton bulabilirim. Etrafımda, "Bu bina çok basitmiş hiç bir özelliği yok", "Bunun yanına böyle ne bileyim.. tarihi dokuya uygun çöp kutuları yapılabilirdi bu betonlar yerine" diyen insanlar vardı. Neyse bir şey demiyorum. :)


Son zamanlarda başıma gelen en ilginç şey bir ceylanın üzerime doğru koşturmasıydı diyeceğim ama, hergün artık ayırt edemediğim bir çok farklı şey görüyorum. İnsan olmanın kötü yanı bu, hep daha fazlasını isteyerek her şeyin heyecanını kaçırmak.Burada mükemmel bir yaşamım var ve çok zevk alarak devam ediyorum Erasmus'uma.Gelmeden önce diyordum, klasik erasmus öğrencisi gibi partiden partiye koşmayacağım diye. Bir bildiğim varmış demek ki :) Arkadaşlarımı özledim. Uzatmaya gerek yok, baya özledim işte. Bir de saçımı 3'e vurdurup sakal bıyık tıraşı oldum, temizim!

2 gün sonra ise en çok görmek istediğim 2 şehirden birine gidiyorum.

Bekle beni şehir
En sonunda göreceğim seni
Rivayetlere göre pek şahaneymişsin
Lakin stencillerini merak ediyorum en çok
Istanbuldan bile güzel misin bu konuda merak ediyorum
Nasıl olursan ol, sende Galata Kulesi yok ama olsun. yakında görüşeceğiz.

Bir şekilde içimde İstanbul'a giderken oluşan histen var. İzlenimlerimi ben de merak ediyorum.

1.5.10

Hancı şarap getir !

Dün yine yanında kılıç taşıyan bir adam gördüm. Daha önce kılıç taşıyan bir kadın, bir grup genç ve Paskalya'da blacksmith standı gördüm. Hangi çağda yaşıyorsunuz Çekler? Kurtulun bu ortaçağ zihniyetinden !! Tehlikenin farkında mısınız? Bir de dükkan var kalkan demir başlık falan satılıyor..

Ben de çağdışı bu insanlara ayak uydurmak için bir ortaçağ gecesine katıldım. Gece boyunca yemekler önümüze hayvana verir gibi atıldı. Durmadan çalan gayda ağırlıklı müzikler ile Çeklerin Kelt kökenli olduklarına ikna oldum. Ardından yılanla danseden kadınlar ve ateş yutan adamlar salona girerken 'Vandallar geliyooor!' diye bağırasım geldi. Geçirdiğim bu barbarca geceden sonra avrupa birliğine olan inancım biraz daha azaldı.

Bugün havuza gittim ve soyunma odası diye bir şey yoktu. Her yerde pipisi açık onlarca adam vardı ve biz şaşırdık. Kültür şoku bu olsa gerek. Bir de eskiden kimse bana farklı biriymişim gibi bakmıyordu. Sakallarım alıp başını gitti ve şu an son derece ortadoğulu görünüyor ve metroda ilgi odağı oluyorum. Neden bu ara yazamıyorum? Çünkü erasmus öğrencisiymişçesine partiden partiye koşuyorum. Ama bugün gitmedim çünkü yarın erken kalkıp Sara'yla 1 Mayıs mitingine gideceğiz, hadi bakalım.