
Gitmeden önce demiştim, "İçimde İstanbul'a giderken oluşan his var" diye. Berlin gerçekten de Avrupa'nın İstanbul'u benim gözümde. Bu yüzden de fazlasıyla sevdim. Genel olarak baktığımızda çok daha düzenli, modern ve güvenli bir şehir. Benim Berlin'i İstanbul ile bağdaştırmama neden olanlar ise başka etmenler. Öncelikle 'urban art' sadece stencillerle sınırlı değil. Graffiti çok sevmesem de orada bir çok başarılı çalışma vardı. Berlin duvarının ayakta kalan en büyük kısmı şu anda, onlarca ülkeden gelen sanatçılar tarafından yapılan resimlerden oluşan büyük bir açık hava galerisi. Resimlere, yazılara bakınca insanların bunca yıl ne kadar dolduklarını, söyleyecek bir çok şeyleri olduğunu anladım. Bu yüzden de kendini ifade etmek isteyen binlerce insanın şehrin tarihine paralel bir şekilde duvarları tercih ettiğini düşündüm. Resim yapılamayan direklerde ve panolarda ise pek güzel çıkartmalar vardı. Renk'le çıktığımız bir gece beğendiklerimizi topladık ve şimdi onlardan oluşan bir defterim var.

Çıkarmaların büyük çoğunluğunda nazi karşıtı mesajlar var. Neo-nazizm gibi iğrenç bir kavramı herhangi bir yere, bir şeye yakıştırmak yanlış olsa da, sanki özellikle Berlin'e hiç yakışmıyor. Irkçılıktan, homofobiden, ayrımcılıktan ve 'ayrılıktan' bu kadar çekmiş bir ülkenin başkenti olarak şu an yüzlerce farklı insan tipini barındıran bu şehir, alışılmış güzel tarihi yapıları ile değil, atmosferi ile beni benden aldı. Kreuzberg ise benim için en güzel, en Beyoğlu semtti. Yaşayan halkın 30%'unun Alman vatandaşlığı olmayan bu bölgenin en büyük azınlık grubu tabii ki de Türkiye kökenliler. Semtin en işlek caddesini boydan boya geçerken bir çok "Almanya-Türkçesi" konuşan insanlarla karşılaştık. ( " Anlamadım, warum nicht? " :) ) Çekirdek kafeler ise Türkler'in en büyük katkılarında biri olsa gerek. Sokaklara atılmış masalar üzerindeki dev kaseden avuç avuç çekirdek alan insanlar vardı. Berlin genelindeki binlerce dürümcüyü gördükten sonra anlıyoruz ki kebap gerçekten de şu an Berlin'in en popüler fast food yemeği.

İlk gün hava muhalefeti nedeniyle pek yürüyemedik. Biz de hemen kendimizi müze adasına attık. Asıl amaç Bergama'dan çalınan(hediye edilen) Zeus Sunağı'nı görmekti, ama 2 euro daha verip adaki bütün müzelere girebileceğimizi öğrenince, kötü havayı güzelce değerlendirmiş olduk. Tarihi eserler bulunan müzelerdeki eserlerin yüzde 95'inin Avrupa kültürüyle pek alakası yoktu maalesef. Kalan yüzde 5 ise tarih öncesi çağlardan kalma eserler. Adamlar koskoca Babilon şehrinin en önemli caddesini söküp getirmiş. Açıklamalara baktığımızda bol bol, Sultan bilmem kaçın hediyesidir diyor. Ancak şöyle de bir şey var ki, kazı ekipleri tamamen yabancılardan oluşuyormuş. Topraklarımıza istediğiniz gibi girip kazı yapabilirsiniz demiş olmalı birileri. Bir de şu tarih kitaplarında hep gördüğümüz Nefertiti meğer buradaymış! Resminin çekilmesi yasak olduğu için, hatırlatmak adına bir gugıl resmi koyuyorum.

Diğer günler sabahtan akşama kadar yürümekle geçti. Hatta bir günümüzü direk en batıdan en doğuya yürüyerek geçirdik. Şehir merkezinde duvarın geçtiği her yerde taşlardan bir iz yapılmış. Duvarın iki tarafı arasındaki mimari gerçekten de oldukça farklı. Doğuda Müzeler Adası, Berliner Dom ve diğer tarihi yapılar dışında yalnızca sosyalizm blokları bulunuyor. Tabi bu sıradan binaları sadece sosyalizme bağlamak yanlış. İkinci dünya savaşında taş taş üstünde kalmamış olan bu şehir, Dresden gibi aşırı bir restorasyona gitmemiş olsa da ancak toparlanıyor.
Potzdamer gibi bir bölgenin olması ise Berlin ve İstanbul'un birbirine benzemesinin nedenlerinden biri. Her şehirde finansal bir merkez oluyor ama, böyle kaos dolu bir şehrin merkezi bir bölgesinin son derece düzenli ve temiz caddeleri olması onları diğer şehirlerden ayırıyor bence. İnsanlar daha kalburüstü kesimden ve gördükleri herkese "Do you speak english?" diye soran dilencilere burada hiç rastlamadık. :) Devamı sonra!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder