29.6.10

Gezenti, Barış, Barcelona.

Bu, "Bir şehir nasıl güzelleştirilir" hikayesidir. 

Erasmus'a gelmeden önce kafamda sadece 2 şehir vardı. Sadece Berlin'i ve Barcelona'yı merak ediyorum, onun dışında pek gezer miyim bilemiyorum diyordum. Bu kadar meraklı ve kararlıydım yani. Berlin için adam gibi bir yazı yazamadım. Sanırım kafamda ya bir turist bakış açısıyla çok fazla şey var, ya da Berlin'i fazlasıyla benimsemiş bir bakıç açısıyla oldukça olağan ve 'yerli'yim. Ama beni en çok etkileyen şehir diye kolaylıkla diyebiliyorum. Hayal kırıklığına uğramadım. Barcelona, kafamda Berlin ile aynı kategoriye konulmanın verdiği şanssızlıkla pek beklentilerimi karşılamadı. 

Bu durağımız gezideki en eğlendiğimiz yerlerden biriydi, pek keyifliydik. Ama kafamda biraz da kıskançlıkla ortaya çıkan "Neden İzmir de böyle olmasın ki?" sorularıyla bir şehri güzelleştirmenin o kadar da zor olmadığına odaklanmış şehri inceliyordum. Aynı zamanda bizi en çok yoran durak olan koca şehirde gitmedik yer bırakmadıktan sonra İzmir'imi ve denizi ne kadar özlediğimi anladım. Barış, şehirlerdeki İstanbul'u aramak yerine bu sefer İzmir'e bir şans verdi. Expo'yu kaçırmayacaktık ya.

Barcelona'da şehir merkezine gelir gelmez takıntılı bir şekilde kafamızda tek bir şey vardı. Derhal Barcelonetta plajına gidip denize girip bir güzel güneşlenecektik. Gelmeden önce sağdan soldan duyduğumuz, "Çok tehlikeli bir yer, çok fazla hırsızlık ve yankesicilik oluyormuş. Çantaları kesiyorlarmış çok dikkatli olun.." uyarılarıyla iyice paranoyak olduğumuzdan, Nihanla metroda zaman zaman sırtımızı birbirimize dönüp kendimizi güvenceye aldık(!) Son derece loş ve gürültülü metroda iyice huzursuz olunca herkese şakayla karışık hırsız gözüyle bakmaya başladık. "Bak bak şu kesin hırsız bakışlardan belli.." 


Hostelimize ulaştığımızda hafif hafif yağmur yağmaya başlamıştı bile. Ama "Beeeen kendimeee Barcelona'ya gelmiş de, Barcelonetta plajında yüzmemiş dedirtmeeeem" diye diye insanlar dışarıda yağmurlukla ceketle dolaşırken, biz şortlarımız ve terliklerimizle, kafamızın üzerine örttüğümüz tek bir havluyla hızlı hızlı plaja yürümeye devam ettik.. Plaja ulaştığımızda yağmur hafifti ancak hava kapalıydı ve çıldırmış nedeniyle sarı bayrak çekilmişti. Denizin içinde sörfçülerden başka kimse yoktu. Caymadık ve kendimizi denize attık. Tek bir dalgada tepetaklak olup mayolarımızı kumla doldurunca biraz kenarda oturduk ve  bari plajı gezelim dedik...... Biraz turladıktan sonra tam plajdan şehrin içlerine girmeye yeltendik ki, " ya plaj üzerinden mi dönsek dedim" 5 dakika sonra ortaya çıkan yakıcı güneş ile güneşlenmeye başladık. Plajda sadece Nihan ve ben varken, kısa süre sonra plaj çılgınca doldu. En harikası da Barcelona plaj piyasasıydı. Plajda mısır, gevrek türü şeyler satılmıyor. Bunun yerine dövmeci, masajcı, pareocu, güneş gözlükçü kadınlar erkekler dolanıyor. Gün sonunda plaja tekrar geldiğimizde hala pek şendik..


Bora ile La Sagrada Familia'nın önünde buluştuk. Bitmeyen kilise, 2026 yılında bitirilmesi öngörülüyormuş. Yanına geldiğimize bu kadar mıymış dedim. Çünkü İzmir'de onlarca devasa başyapıt, mükemmel mimari eserler bulunduğundan zor beğeniyordum tabi.. Yapı gerçekten de o kadar yüksek değil diyordum ki, yanındaki bir dükkanda bitmiş halini görünce 2026'da tekrar gelmeye karar verdim. Kilisenin etrafı gürültülü iş makinaları ve daha gürültücü turistlerle dolu. Yapının ayrıntılarını inceleyince adam galiba tam bir hastaymış diyordum. Gerçekten de böyleymiş. Proje üzerinde yıllarca uğraşırken, üzerinde Hristiyanlık 'a dair her şeyin bulunmasına çalışırken en sonunda kafayı yemiş, saçı sakalı birbirine karışmış. Bir gün yürürken tramvay çarpmış ve üç gün sonra kanlar içinde bir halde ilgilenmiş insanlar. O halde kimse Gaudi olduğunu anlamayınca, fakirlerin gidebildiği bir hastaneye götürmüşler. Doktorlar bir süre sonra onu tanımış ve kendisini zenginlerin gittiği kaliteli bir yere kaldırmayı teklif etmişler. Gaudi "Ben halkın adamıyım" demiş reddetmiş, kısa bir süre sonra da kaldığı yerde ölmüş. Proje ölümünden sona hayata geçirilmeye başlanmış ve hala devam ediyor. Burada bitmiş proje var: http://www.gaudidesigner.com/data/article/16.jpg.




Gaudi, Barcelonayı güzelleştiren en büyük etmenlerden biri. Bir çok yerde Gaudi'nin işleriyle karşılaşıyoruz ve bunlar hep şehrin simgeleşmiş yapıları. Tek bir adam şehri oldukça değiştirmiş. Ablama bahsedince bana Mimar Sinan örneğini verdi ve çok haklıydı. Başarılı bir mimar ile yeniden yaratmak hiç zor değil. Hepimiz güzel şehirlerde yaşamak istiyoruz ama çirkinleştirmeye devam ediyoruz. Şu bitmeyen kilise ve Gaudi olmasaydı, Barcelona'nın devasa bir İzmir+Çeşme'den farkı kalmazdı. Barcelona'yı Barcelona yapan başka bir kısım ise sahili. Dev bir marina, balıkçı pazarları ve plajlarla dolu. Tamamı 1992 olimpiyatları sırasında yapılmış. Barcelona'nın adını o sıralarda duyurmaya başladığı söyleniyor. Plaj kumları mısırdan getirilmiş. Expo ile İzmir'de yapılması planlanmış projeleri tekrar düşünüyorum da, İzmir Türkiye ile arayı bir hayli açardı sanırım. O olmasa da hala bir Gaudi ya da Mimar Sinan için geç değil.


Biraz da Katalanlanca ve Katalanlardan bahsedelim. Katalanca bence yazım olarak oldukça Fransızcaya benziyor. Telafuz olarak İspanyolca gibi pek değil ancak Fransızca ile karşılaştıracak olursak elbette İspanyolca'ya daha yakın. Katalanya'nın 2 resmi dili var ancak çoğu yerde sadece Katalanca görülüyor. Şehirdeki Katalan bayraklarıyla kıyaslarsak nerdeyse hiç İspanyol bayrağı görmedim diyebilirim. Gördüğüm bir İspanya bayrağına "Acaba ispanyol konsoslosluğu mu? ehi ehi" diye takılmakdan kendimi alamadım... Katalanya kendi dilinde eğitim veriyor, kendi parlementosu var ve İspanyol kültürünü reddediyorlar. Ayrılmak için oldukça motive olmuşlar gerçekten. Bu resim aslında küçük bir meydan. Franco burada Katalan liderlerini toplayıp kurşuna dizmiş, duvardaki izler duruyor. Sonra buranın ileride anıtlaşmaması ve unutulması için meydanın etrafını binalarla çevirerek kapatmış. Sadece 2 dar sokak dışarıyla bağlantı kuruyor. Katalanların davası bizimkine benzerlik gösteriyor elbet. Ekonomist değilim ancak İspanyol nüfusunun %16sını oluşturup, ekonominin dörtte birini yöneten Katalanya olmazsa İspanya krizden krize koşardı herhalde. Yani onların savaşı şu an bizimkinden çok farklı efendim. 



Ekonomi iyi diye turistlere geçirmekten de geri kalınmıyor tabi. Balık pazarında ağzımız sulana sulana gezerken fiyatları görünce kızdım ve "Siz Katalan değil İspanyolsunuuuz" diye bağırdım ama favorim yok ki dinleneyim.. Bu adamlar bu kadar çeşit balığı, deniz hayvanını bu kadar bol bulup da pahalı satınca beni üzdüler. Yine de bir restoranta gidip deniz ürünlü bir 'paella' yedik. Bu gezideki en kaliteli yemeğimiz oldu. Sonraki zamanlar Mc Donalds a abanmaya devam ettik elbette. Gece pek sevdiğimiz marinada turlayıp Kristof Kolomb beyin anıtını tekrar ziyaret edip hostelimize yürüdük. Gün içindeki "bak şu kesin hırsız" muhabbetlerimiz devam etti. Yorgunluktan yatağa kendimizi atmış öylece dururken ranzamın üst katına gelen kız için "Nihaaan bak hırsız geldi..." dedim. Kızın "Are you from Turkey?" demesiyle bir an için adeta 'paralize' olan bizlerin Betül adında yeni bir arkadaşı olmuş oldu. O da Roma'ya bizimle aynı uçakta gidiyormuş.


Son gecemizde son görmek istediğim 1-2 yere daha gittik. Bunlardan biri sarayın önünceki havuzda yapılan ışık ve su gösterisi diğeri de bu renkli iş kulesi. Barış kule sever. Nankör arkadaşlarım vaay çok etkilendim diye benimle alay etseler de kule tavaf edildi.... Eh, bir şehri güzelleştirmek gerçekten zor değil, hele İzmir gibi bir yeri. 


Barcelona kocaman, yer yer güzel binalar yer yer bakımsız dar sokaklar var. Bizi en çok yoran şehir oldu. Çok metro kullandık ve çok yürüdük. Her şey birbirine uzak. En son şöyle bir halde parkta uyurken bulundum. Sırada ra-ra-ra-a-a-a-Roma ! Ryan air sırasında beklemekten şikayet eden, kolay atarlanan İtalyanlar ile yolculuğumuza başlıyoruz.

28.6.10

Tapas ve Favorili Erkekler

Gezi planlanırken Madrid'e gitmesek mi, Barcelona yeter mi diye konuşuyorduk ki, İspanyol başkentini görme isteğim yılların birikimiyle oldukça artmış olduğundan gitmek zorundaydık. Öte yandan Barcelona ile Madrid'i karşılaştırmak olmazdı, şayet biri İspanyol, diğeri Katalan başkenti. Böylece Malta'dan sonraki durağımız Madrid'e havalandık. Uçak Akdeniz üzerinden direk bir rotayla gitmiş olsaydı, sadece Tunus'u havadan görüp geri kalanında sadece deniz üzerinde olacaktık. Ancak pilot, Tunus üzerinden geçtikten sonra Kuzey Afrika açıklarında devam etti. Böyle şeylerden herkes heyecanlanıyor mu bilmiyorum ama Afrika'yı ilk defa görünce defalarca fotoğraflayamadan edemedim. Tabi Nihan'ın makinasıyla çektiğim, ve makinadaki Madrid fotoğrafları silinmiş olduğundan buraya resim koyamıyorum....... (ispnyol yerine boğahayvanının ismini kullanacağım, tamamen gugıl tıransleyt kaygısıyla) Onun yerine İspanyolca bir yazı resmi koyayım. Böyle renkli renkli yazınca çok güzel görünüyor di mi? Oysa bize duymktan fenalık geldi. Geçen yaz Romanya'da bağrımıza bastığımız, pek çok sevdiğimiz boğalardan sonra, sadece ses çıkarmış olmak için ses çıkaran, sürekli bağıran ve yüksek sesle rahatsız edici bir şekilde konuşan bu kaba insanlardan -herkesten nefret eden insanların ülkesi Çek'te geçirilen ayların da etkisi olsa gerek- adeta nefrt ettik. Şimdi ise milyonlarcasının ortasında ve korku doluyduk.

Madrid'deki ilk anlar oldukça 'karasal'dı. Terletmeyen sıcak yerini ertesi 2 günde yağmura bırakınca Barcelona için daha da heveslendik. Şehir merkezine geldikten sonra hostel'imizin yerini aradık. Malta'daki sayısız kilise ve kaldığımız eski dini yetimhaneden bozma hostelden sonra yine başında kilise olan bir sokakta kalınca kendimizi adeta evimizde hissettik. Hostel zamanında dünyanın en iyi hostellerinden biri seçilmiş. Sanırım bu zaman, ranza katları arasındaki 3 karışlık mesafenin daha yüksek olduğu bir zamana denk geliyor. Hostele eşyalarımızı bıraktıktan sonra, hostelworld'ün  önerdiği UCUZ restoranta doğru yol aldık. Bizim meze olarak yediğimiz yemekler burada ana yemek olarak geliyor, ya da biz çok safız ve durumu anlamadık. Ancak küçücük porsiyonlara Prag'ın yaklaşık 3 katı ödeyince pahalı ülkeler serimize başladığımızın farkına vardık. Ne olursa olsun, resimdeki küçük bir ekmek dilimi 5 euro olmaz canım. Oooolllmaaaaaazz.. Benim porsiyonum da çok büyük değildi ama ekmeğe yüklenince karnımı doyurabildim. Aylar sonra taze ve çeşitli sebzeler yemek muhteşem oldu.

Yemekten sonra şehrin merkezi Sol meydanında, free tour için buluşma mekanı olarak belirtilen ayı heykelini aramaya gittik. Bir aşağı bir yukarı gittikten sonra bulduk kendisini, ancak 10 dakika bekledikten sonra hala ortada kimse olmayınca biraz oturduk. Hepimiz aşırı yorgun ve uykusuz olduğumuzdan ve şehir de pek ilgimizi ilk anlarda pek ilgimizi çekmeyince hostele gidip uyumaya karar verdik. Ancak o ayının kasları ne olacak bilmiyorum.

2 saatlik bir uykudan sonra şehri gezmeye başladık. Kısa bir tur atalım dedik ama görülmesi gereken yerlerin büyük kısmını dolaşabildik. Başlarda şehir için pek de bir özelliği yokmuş yaa diye artislik yapıyorduk ki aslında baya güzel olduğunu farkettik. Tek sorun boğaca konuşan insanlardı. Tecrübelerimden sonra avrupa birliği hakkındaki değişen düşüncelerim nedeniyle hiç çıkın avrupa birliğinden demedim. Ama artık birinin ÇABUK İNGİLİZCE ÖĞRENİN demesi gerekiyordu. Zaten gittiğim yerlerdeki avrupalılar öğütlerime uysalardı, euro'nun 3 tl olması içten bile değildi. En nihayetinde bunlar Vizigotların torunları dedim ve kendi hallerine bıraktım.

Ertesi gün Madrid'i dolaştıkça baya sevdim. Gittiğim her yeri Beyoğlu'na benzetme hastalığım halk arasında bilinmekte. Üzgünüm ama buranın da merkezi benziyor... Bu resim öğle yemeğimizi yediğimiz Sol'deki bir döneci. Sol ve çevresi milyonlarca her çeşit barla tapasçıyla dolu. Tapas kelime anlamı olarak kapamak gibi birşey demekmiş. Çok eskiden biraların içine sinek böcek kaçmasın diye üzerleri tabaklarla örtülüyormuş. Sonra insanlar yavaş yavaş ekmek dilimleriyle örtmeye başlamışlar. Bu ekmek dilimleri de üzerlerine çeşit çeşit şey konup servis ediliyor. Geldiğimiden beri sürekli tapas göre göre meraklandığımız şey meğerse bildiğimiz kanepeymiş. O akşamın gecesinde Romanya'da tanıştığımız Ainoa ile buluşabildik :) Beni ucuz bir yere götürmesini söyledim, gittik ve bir kaç saat bira içip tapas yedik. Burada bira bardakları da büyük demediğiniz sürece su bardağı boyutunda geliyor. Ainoa nedenini, şarabın ve dolayısıyla şarap porsiyonu büyüklüğünün, biradan daha fazla 'ispanyol kültürü' olmasına bağlıyor.

Bir de şaka bir yana, avrupa birliğine girmek gerçekten de keskin kültür farklarıyla ilgili değil.(dini bunun dışında tutuyorum) Burada bir çok yer gördüm ve artık Türkiye avrupalı değil ortadoğuludur fikrimi daha az savunmaya başladım. Türkiye sanırım hem avrupalı hem de ortadoğulu. Ainoa'nın söyledikleri de oldukça ilginç geldi. İspanyol'ların kendilerini Avrupalı görmediklerini, İspanya ve Fransa arasındaki dağların İspanya'yı ayırdığını söyledi. Onlara göre dağların güney tarafından sonrası Afrika'ymış :). Ben de İtalya ve Kuzey komşularını ayıran Alpler örneğini verdim. Kaldırın vizeleri be !

Madrid çok düzenli bir başkent. Metro'da 12 hat ve bunun yanında Berlinde'ki S-bahn gibi Renfe hatları hızlıca ring yaparak metro hatları arasında geçiş sağlıyor. Gördüğüm en temiz ve bakımlı metro burada.  Bir kadın bir erkek düet şeklinde yapılan anonslar ise şahaneydi. Sıradaki istasyon.... Sol... Transfer hatları... 3,6..  Madrid'de çok fazla güney amerika göçmeni var. Berlin'de cafe, restaurant ve fast food elemanlarının çoğunun Türk olması gibi burada da Latin Amerika'dan insanlar var. Bu insanlarla İngilice konuşma girişiminde bile bulunmadım ve bildiğim 3 kelime İspanyolca ile hayatta kalabildim.




Beğendiğim binalar arasında ilk sırayı bu bina almakta. Arap mimarisinden oldukça etkilenmiş bu şahane yer maalesef bir boğa dövüşü stadyumu. Avrupa birliği kokoreçi yasaklayacağına bunu yasaklasın diyeceğim ama bu konu yıllar önce kapanmıştı sanırım. Çıtır çıtır kokoreç özledim ben. İkinci resim ise kaldığımız 17. yy Araplardan kalma eski bir bina olan hostelimizin duvarlarından. İspanyollar reconquistadan sonra ortada pek cami bırakmasa da böyle güzel şeyleri yakıp yıkmamışlar. Tabi daha iyileri için Endülüs bölgesine gitmek gerek.

Madrid keyifli geçti. Çok yorulmadık ve yeterince dinlenebildik. İspanyolca bilen birisi için yaşaması güzel olan bir şehir olsa gerek. Proxima Estacion: Catalunya! Bakalım Barcelona dedikleri kadar var mı?

24.6.10

Malta, Malta, Malta ! Pek güzelsin !



İkinci durak ve sıcak denizlere inmemiz açısından büyük önem taşıyan Malta. Malta'nın büyük kısmında bina yapımında sarımsı renkteki sarı Malta taşı dışında bir şeyin kullanımının yasak olduğu gibi bir şey duymuştum. Uçak ada üzerinde yarım bir tur atınca genel olarak doğru olduğunu gördüm. Avrupa'da uçak ile seyehat ederken Schengen ülkeleri için ayrı bir terminal olduğundan, pasaport kontrolü olmuyor. Ancak ben kontrol edilmeye alıştığım için otomatik olarak bir kontrol gişesine yöneldim. Londra için uçak biletim olmadığından boşu boşuna vizemi kontrol ettirmemle kaldım tabi..

Dışarı çıktığımızda nihayet özlediğimiz sıcağı bulduk. İzmir gibi nemli nemli bir sıcaktı. Aylar sonra o duyguyu baya özlemişim. Malta'ya aşık olmam işte tam o dakikalarda gerçekleşiyor. Havaalanı çevresindeki sarı renkli Ortadoğulu ve Kuzey Afrikalı binalar kilometreler öteden içimi ısıttı adeta... Havaalanından bizim dolmuşlara benzeyen girerken para ödenen şahane küçük otobüslere binerek başkent Valetta'ya geldik. Valetta giriş kapısından girmemizle başlayıp Malta adasındaki bir kaç şehre daha yaptığımız ziyaret boyunca aptal aptal sırıtarak "of mükemmel burası yaa", "çok mutluyum" nidalarıyla gezdik.


Maltaya gelmeden önce "Malta ne yaa?", "Malta'da ne işimiz var abi?" "Barış nerden çıktı Malta?" diyerek beni darlayan tüm arkadaşlarıma selam ettim ben de :) Hava çok güzeldi, insanlar suratsız değildi. Maltızca, Arapça ve İtalyanca karışımı bir dil. Adanın sürekli el değiştirmesi ile beraber ortaya çıkmış bir kültür birikimleri var. Dil, tonlama olarak İtalyanca gibi iniş çıkışlı, Arapça gibi gırtlaktan ve bükümlü, yumuşak. İnsanlar da yine bir melez gibi, Akdenizli ve Ortadoğulu gibi.

Orta ve Kuzey Avrupa'daki kaba ve mutsuz insanlardan sonra Maltalıları oldukça sevdik. İnsanlar sıcak, misfirperver ve yardımsever, Malta adeta medeniyetlerin beşiği ve hoşgörü diyarı. Adadaki İngiliz etkisi devam ediyor. Telefon kulübelerinden sifon sistemine, trafik akış yönünden herkesin İngilizce bilmesine bu etkiyi görsek de, taharet musluğu kadar ilginç gelmedi! Bir de insanlar Maltızca konuşurken dile yerleşmiş ingilizce kelimeleri güzel bi aksanla söylüyorlar. Rakamlarım tamamı ise İngilizce. Büyülenmiş bir şekilde geçirdiğimiz ilk günümüzü Adanın en ünlü koylarından biri olan Mellieha'da 'ıslanarak' nokaladık ve feribotla ikinci büyük ada, Gozo'ya geçtik.

Gozo Malta'dan daha az hareketli, daha turistk bir yer. Aynı zamanda Malta sevgimizin dörde katlandığı ada olma özelliğini taşıyor.. Adaya akşam üzeri hava kararmak üzereyken ulaştık. Hostelimiz, feribot iskelesine yakın bir yerde olduğu için kolay bulduk. Mutluluktan sersem sersem gezen biz, odamızın tertemiz bir Akdeniz manzarası olduğunu görmemizle sevinçten birbirimize sarıldık. Bu mükemmel yerde geçirdiğimiz huzurlu dakikalar, güneşin batışıyla yerini korku ve endişeye bırakacaktı.. :P İlk girdiğimizde çok dikkatimizi çekmemişti ama, bina oldukça büyük, odalar geniş ve tavanlar yüksek. Her odada çevrede yüzlerce obje var ve tamamı dinsel. Avrupa'da isa ve haç görmekten fenalık gelen bünyelerimiz kendini bir anda Papa'dan çok Papacı olan ülkenin kucağında buldu. Sonra daha dikkatli bakınca Malta'da Malta bayrağından çok Vatikan bayrağını gördük. Hosteldeki dinsel karmaşadan sonra odamıza gidip duş aldık, hazırlandık ve dışarı çıktık.

Pizza yediğimiz yerdeki sevimli garsondan bahsetmeden geçemem. Prag'da sipariş verebilmek için can çekişirken, verdiğini sipariş nedeniyle azar işitmeye varan tepkiler alırken, buradaki garson, kendi aramızda hesaplaşırken ve onun zamanını çalarken tek bir laf etmedi, oflamadı işini yaptı ve kibarca veda edip gitti. Güneyli olmak böyle bir şey bence. Hostel'e döndüğümüzde artık hava tamamen karanlıktı ve koca binadaki tek tük loş ışıklar kasveti kat kat arttırıyordu. Biz de odamıza gidip kapının arkasına dolap koyup uyuduk. Yatmadan önce şans getirmesi için resepsiyonda dağıtılan küçük kartlarla cizıs cizıs dansı yaptım.



Sabah ilk önce Gozo'nun başkenti olan Victoria'ya dolmuşla gittik. Malta'nın tamamında olduğu gibi burada'da genel olarak Türkiye'deki yazlık yerlerin güzelliği ve turist karmaşası bir aradaydı. Victoria Kalesinin tepesine çıkınca, şehre, "adeta Batı'nın Mardin'i" diyemeden duramadık.. Bu seneye yazın yapmaya heveslendiğim OrtaDoğu gezisi için biraz daha heveslendirdi beni. Victoria'dan sonra dolmuşla dünyanın en eski yapıları Malta tapınakları'ndan Ggantija'yı görmeye gittik. Tapınak piramitlerden daha eski (her yerde böyle yazıyor sanırım daha havalı oluyor piramitlerden eski olunca) Burayı da gördükten sonra Malta Euro'larındaki acayip yapının ne olduğu ortaya çıkmış oldu. Dolmuşla adanın merkezine indik ve tüm geziye damgasını vuracak kısma geçmek üzere yeni bir dolmuş'la adanın en batısına gittik.

Hani böyle bir şey yaparken çok fazla zevk alıp da bir şey demek istemezsiniz. İster misiniz bilmem? Ben istemiyorum ve şöyle bir şey yapacağım. Burada denize girmek şöyle bir şeydi: .... ............ ............ ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............. ............ Aramızdan biri (belki de ben) bu yapının, windowsun bir sürümünde masaüstü resmi olarak kayıtlı olduğunu iddia etti. Biz de sanki söyleyince daha zevkli olacakmış gibi, windows manzaralı yerde denize giriyoruz dedik. Bakın ben şaşkın bir insanım aslında. Böyle bi mutlu sarhoş bir şekilde yüzdük geldik. İstemeye istemeye ayrılsak da zevkten dört köşe feribotun yolunu tuttuk.


Hostelimiz Malta adasında, St Julians'ta. Dolmuştan iner inmez bir an önce yatağa kendimizi atmak istiyorduk ki... bulamadık. Sokaklarda bir aşağı bir yukarı kendimizi atarken bir çok kişiye yerini sorup cevap alamadık. Kimse çevrede böyle bir yer bilmiyordu. Ne yapsak diye karar vermeye çalışırken karşılaştığımız Malta'lı bir kadın bize yardım edeceğini söyledi. Dedim ben Malta insanı sıcak yardım sever insan haklarına saygılı ve hoşgörülü diye. En kötü ihtimal bize kalacak bir yer bulabileceğinin garantisini verdikten sonra polise gitmeyi teklif etti. Arabasıyla bizi polis karakoluna götürdü ve olay çözülene kadar bekledi. Telefon numarası +**7766554433 gibi bir şey olunca önce herkes sahte sanmıştı. Ama nihayet hostel sahibine ulaşabildik ve yerleştik. Sabah erkenden kalkacağımız için havaalanı taksisiyle randevulaşıp yemek yemeye dışarı çıktık. Adanın gece hayatı merkezi St. Julians. Ancak gece hayatımız kendimizi hostele varır varmaz yorgunluktan horzz diye uyumak olduğu için pek bir şey göremedik. Yine de mc donaldsta bir şeyle yedikten sonra biraz dışarıda turladık. Dizlerime kadar denize girip Malta'yla vedalaştıktan sonra dönüp bir güzel uyuduk. Sonunda ryanair ile Akdeniz üzerinden uzun bir yolculukla karasal iklime dönüş. Madrid!

17.6.10

Havalı Krakowlular, Kıskanç Varşova'lılar


Akdeniz'den döndüm! Yaptığım en güzel geziydi. Barış bey gezmeden duramadı ve vizesini sonuna kadar sömürerek Erasmus'umun son iki haftasına girdi. Hemen kısa kısa anlatayım..

Kafamda zaten büyük bir tur yapma planı vardı ve hatta bunun için annemlerden Prag'a gelirken dev sırt çantamı getirmelerini istemiştim. Şimdi o çanta, zaten buradan aldığım ıvır zıvırla dolacak bavulumda biraz daha ağırlık yapacak. Yine de rahatlıkla söyleyebilirim ki inter-air, inter-rail'den daha az yorucu ve rahat olmalı. Eğer Ryanair'in indirimli bilet zamanını kaçırmazsanız(yaz aylarına yaklaştıkça oluyor) hostel paraları da işin içine girince interrail'den daha ucuza gelebiliyor. Diğer yeme içme ve alışveriş harcamaları size kalmış. Turumuza kalabalık çıktık ve Malta'dan sonra 3 kişi olarak devam ettik. Bütün uçak rezervasyonlarını, hostel rezervasyonlarını ve plan programı iki gün içinde yaptım. Gidilecek yerlere de baktıktan sonra çantayı hazırlamaya koyuldum. Sanırım Erasmus boyunca derslerden çok, gezeceğim yerlere çalıştım. Keh ! 



İlk durağımız Krakow'a, Prag'dan gece treniyle gittik. Ekip biraz kalabalık olunca uyumak oldukça zorlu oldu. Ancak yine de 9 saatlik yolculuğun 4-5 saatinde rahat uyuyabildim. Kafamızda "acaba C+D vizemizin biten D kısmı nedeniyle sorun çıkar mı?" kaygısıyla Polonya'ya doğru ilerlerken bir ara kompartıman önünen geçen iki polis bize heyecanlı anlar yaşattı.. Sonunda sağanak yağmur eşliğinde Krakow'a ulaştık. Suratsızlık konusunda Lehler, Çekler'den aşağı kalmıyor diye düşünüyordum ki gittiğimiz hostel'den sonra çok farklı düşündüm. Polonyalılar'dan Leh diye söz edebilirim sanırım. En iyi bira iddiasıyla bana teklif edilen biranın markası Leh'di. Anlamını sorunca özel bir tarihsel isim olduğunu öğrendim. Lehistan adı buradan geliyor sanırım. Doğrusunu kullanıyo muyum bilmem ama böyle daha kolay geldi :) Hostelimizin adı Zodiakus ve 4 Leh kız arkadaş tarafından işletiliyor. Hepsi üniversite öğrencisi ve nöbetleşe çalışıyorlar. Hostel'e adımımızı attığımız andan itibaren son derece yardımsever ve arkadaş canlısıydılar. Zaten Krakow'da zamanımın büyük kısmını Goshia, Ania, Justyna ve Kanadalı Craig ile geçirdim. Bunun dışındaki zamanda Auschwitz ve Krakow'daki turlara katıldım.












Hostel'e yerleştikten sonra Auschwitz-Birkenau toplama kamplarını ziyaret etmek için otobüse bindik. Biraz erken dönüp akşam üzeri olan free tour'a katılmayı düşündük ama Auschwitz oldukça uzun sürünce yorulduk ve hostel'de duşa alıp dinlendik. Toplama kampına gittikten sonra anladım ki, filmlerde gösterilen bir çok olay yanlışmış. Kampta hayat bazen daha az abartılı bazen fazlasıyla vahşice. Tur rehberimizin anlattığına göre toplama kampı ile ölüm kampı farklı. Ölüm kampları, toplama kamplarının açılmasından 2 sene sonra açılıyor. Hitler, soykırım yapmaya 2 yıl sonra karar veriyor ve özellikle Yahudileri öldürmek için bu kampları tasarlıyor. Bu resimde, tren yolunun sonunda ufukta görülen kapı, sadece Macaristan'dan günde 5-7 tren olarak getirilen insanlar için yapılan, kampın içine doğru özel olarak inşa edilen rayların girişi. Kampın büyüklüğü inanılmaz. Kitap bilgileri vermek istemiyorum, benim dikkatimi çekenler, öldürme nedeni olarak 6-7 yaşındaki çocuklara politik suçlu damgası verilmesi, gaz odalarında öldürülen insanların saçlarını işleyerek üretilen kumaşla yapılan üniformayı giyen nazi askerleri, ve daha önce asla ailesi yanında göbeğini bile açmamış kapalı yahudi toplumunun, ailesi ve diğer insanlar yanında çırılçıplak dolaşmaya zorlanması. Rehberimiz, bu insanlar için ölümün kurtuluş olduğunu, onlara en büyük zararı küçük düşürülmenin verdiğini söyledi. Otobüsle Krakow'a geri döndük. 

Justyna ve Goshia geleneksel bir Leh çorbası hazırlamış, herkese ondan ikram ettiler. İçindeki haşlanmış yumurta dışında fena değildi! Ama en güzeli, verdikleri ev yapımı limonlu vodka oldu! 6-7 shottan sonra partiye gitmeye hazır hale geldik. Bütün gece bayıldığım ahududulu bira'dan içtim. Polonya, Çek'ten bile ucuz olduğundan burada da hiç bir masraftan kaçınmadık. Justyna iyice "güzelleştikten" sonra, bizi bir gay klübüne getirdiklerinim itiraf ettiler. Ortamdaki çeşitli ve eğlenceli insanlardan tahmin edebilmiştim zaten. Hem adı kitsch olan ve şöyle bir dekorasyona sahip bir mekanın sıkıcı olmasını bekleyemeyiz. :) Hostele gidip orada devam etmeye karar verdik. Meyveli bira mükemmel ! 

Ertesi gün erken kalkıp Bora, Rana ve Craig ile free tour'a katıldık. Rehberimizi biraz antipatik bulsam da güzel güzel anlattı. Tesadüfen Krakow'da bir çocuk bayramı olduğundan her yerde bir aktivite vardı. Eski şehir meydanında ilkokul öğrencilerinin hazırladığı ejderha geçit töreni yapıldı. Gelmeden önce, bu etkinliklerin gece havai fişeklerle yapıldığını okumuştum ve biraz Çin yeni yıl kutlamalarını andırdığı için baya merak etmiştim. Ancak hava muhalefeti nedeniyle ertelenen etkinlikler yerine bunlarla yetindik ! Krakow, Polonya'nın en hareketli ve en eğlenceli şehri. Varşovalılar daha zengin olmakla övünürken, Krakowlular bir şeyle övünmüyor, ve dediklerine göre "cool" takılıyorlar :) Bir nevi Ankara-İstanbul gibiler. Eski başkentin hala en hareketli ve çekici yer olması, yeni başkentin ise son derece sıkıcı olması. Bir fark yok :)

Hostel'e dönmeden önce Leh yemeği yedik. Polonyada'da Çek'teki gibi ingilizcesi 'dumpling' olan bir yemek var. Çek'te Çek yemeklerinden soğumamın en büyük nedeni olan dumplingler, orada oldukça başarılıydı. Yemekten sonra yurtta biraz dinlendik ve Yakınlardaki bir göle gittik. Sadece Craig ve ben göle girdik. Kuşadası'ndaki Zeus mağarasından biraz daha soğuk olan suda 5 dakika kaldıktan sonra bir süre vücudumu hissedemedim. 2 gecemizde Goshia'nın vardiyası olduğu için Hostel'de içmeye karar verdik. Ben yine sadece meyveli bira içtim. Şu kadar içtim, şundan içtim muhabbetini anlamsız buluyor olsam da tekrar edeceğim. Meyveli bira çok güzel :) Gece ilerleyen saatlerde hostel'e gelen sarhoş Leh bir genç gitmek bilmedi. Anlamsız konuşan genç hayatındaki en önemli şeyleri i-pod ve christina aguilera olarak sıraladıktan sonra nihayet postalandı ve uykuya geçtik.

Krakow harika geçti. Şehirden çok Hostel'de tanıştığım insanlarla geçirdiğim zamandan memnun kaldım. Sırf Zodiakus için tekrar Krakow'a gitmek isterim. Türkiye'ye daha önce gelen Leh kızlar Türkiye'yi öve öve bitiremediler. Nereye gittiniz diye sorunca 1 hafta boyunca güneşlendiğini ve otelden çıkmadığını öğrendim :D Bir dahaki gelişlerinde haberim olacak ve belki buluşabileceğiz. Crag ise artık Türkiye'ye de gelmek istiyor. Sabah çok erkenden Krakow havaalanına gittik ve Malta için uçuşa geçtik... 


3.6.10

Barış Tatile Çıksın !

3-15 Haziran arası Bora ve Nihan ile Inter-air yapacağız. Ryanair!! Bu yüzden bir süre gece hayatımıza ara veriyoruz :). Her şey hazır ve ilk durak Krakow. Sonra Valletta, Gozo, Madrid, Barcelona, Roma, Prag. Umarım her şey yolunda gider! Görüşmek üzere.